5 Kasım 2014 Çarşamba

Survivor iç savaş

Programımız, ülkemizde zaman zaman çıkartılmak istenen iç savaşın “reality şov” formatında gerçekleştirilmesi esasına dayalıdır.
Daha önce “Sörvayvır” seyretmiş olanlar, ne demek istediğimizi gayet iyi anlar.
“Açlık Oyunları” filmini izlemiş olanlarsa, format hakkında daha sağlam fikir sahibi olur.
Program için Gökçeada ya da Bozcaada’nın bir aylığına kapatılması öngörülmüştür.
Öyle dünyanın öbür ucuna falan gitmeye gerek yoktur. Vatan toprağının nesi eksiktir.
Taraflardan seçilecek aksiyon ve adrenalin meraklısı 10’ar yarışmacı, bu iş için yeterlidir.
Seçmelerde, “Yakacasın şu dinsizleri cayır cayır!” diyenlerle “Sallandıracaksın şu yobazlardan 3-5 tane!” diyenlere torpil yapılacaktır.
Hatta “En iyi Kürt ölü Kürttür!” diyenlerle “En kötü Türk canlı Türktür!” diyenlere öncelik tanınacaktır.
Kendisinden farklı herkese alerjisi olan fanatik tiplerin seçilmesine azami dikkat gösterilecektir. 
Yarışmacılar gerekli techizatla donatıldıktan sonra adaya salınacak ve canlı yayında seyrine bakılacaktır.
Söz konusu teçhizatın gerçek mermi ve silahlar olması şart değildir. Hatta paint-ball malzemesi de aynı işi görür. Ne de olsa şov dünyasındayız.
Yarışmacılar birbirlerini boyalı mermilerle avlamaya çalışırken biz de milletçe nefesimizi tutup izleyeceğiz.
Amaç, herkes kendi tuttuğu takımı SMS atarak desteklerken kimsenin sokakta çatışmaya zaman bulamaması.
Helal sakallı bir yiğidin küpeli bir delikanlı ile mücadelesinin heyecanla izlenmesi mesela.
Ya da K. Atatürk dövmeli hanım kızın poşulu hemcinsiyle rekabetinin bizi ekran başına kilitlemesi.
İç savaş ortamının televizyon ekranında tüm yönleriyle, temsili olarak canlandırılması.
Gökçeada atmosferinde her şeyin aslında oyun ve tezgâhtan ibaret olduğunun altının çizilmesi.
Hatta takımlara birkaç “selebriti” takviyesiyle her şey daha da renkli hale getirilebilir. Yıldız Tilbe bir takıma, Nihat Doğan diğer takıma... Hem arada şarkı da söylerler.
Böylece hem milletin gazı alınacak hem de çatışmalar tarafların belli ölçülerde tatmin edilmesi yoluyla yumuşayacaktır.
Aksiyona ve adrenaline doyan halkımızın sokakta birbirini tepelemeye hali ve isteği kalmayacaktır.
Hem de televizyonlarımız bol reklam alacak bir müzik-eğlence programı kazanmış olacaktır. Kazan-kazan durumu diye işte buna denir!
Tabii ülkemizde iç savaş çıkarmaya çalışan iç ve dış güçlere, bu program sayesinde daha çok para kazanacaklarını hakkıyla anlatmak gerekliliği de vardır.
Çünkü şu kavanoz dipli dünyada barış ne zaman olur? Kimse savaştan para kazanmadığında. Barış daha kârlı göründüğünde.

 

 

 

 

 

 

 

  

 

15 Ekim 2014 Çarşamba

Arabeskin muhteşem zaferi

Elimde müzik yazarı Yavuz Hakan Tok’un yeni çıkan “Acıların Kadını Bergen” kitabı var. Roman tadında ve etkileyici bir biyografi.
Arabeskin ete-kemiğe bürünmüş hali olan bir kadının gerçekten acılı macerası film gibi canlanıyor gözünüzde.
Okurken düşünmeden edemedim: Aslında Bergen erken gelmiş dünyaya. Tam bugünün yıldızıymış. Şimdi yaşasa Hadise’yi, Atiye’yi, hatta Sertab Erener’i rahat sollar....

Çünkü günümüzde arabesk ile rekabet etmek çok zor. Hatta neredeyse imkânsız.
Rock da yapsan caz da, pop da söylesen türkü de, para kazanmak istiyorsan patlatacaksın arabeski.
Her zaman popüler bir türdü ama son yıllarda tek hakim, yegâne lider, mutlak güç haline geldi.
Bugün İbrahim Tatlıses klasiklerinden Fairuz Derin Bulut nağmelerine uzanan, geniş bir cephaneliği var. Gönlüne göre seç kullan. Arabesk insanın kendisine yakışanı giymesidir.
Sadece müzikle kalmadı tabii. Popüler sanatların diğer alanları da aldı nasibini bu zaferden.
Bugün reytingi en yüksek diziler olaya en “damardan” girenler. En çok ağlatanlar, yüreğimizi dağlayanlar. Medya arabesk kültürün “upgrade” versiyonlarıyla dolu.
Bu zaferi bileğinin hakkıyla kazandı. Yıllarca televizyonlarda ve radyolarda yasaklı olmasına rağmen direnerek.
Hor görülmelere, aşağılanmalara, kenara atılmalara rağmen pes etmeyerek. Hatta bunlarla beslenerek.
Tabii halk müziğine yeni ve yaratıcı sentezler getirenlerin zamanla azalmasının da etkisi var.
Yeni kuşaklardan Barış Manço, Cem Karaca, Fkret Kızılok, Selda Bağcan gibi çağdaş halk ozanları az çıkınca boşluğu sokaklardan gelen arabesk dolduruverdi.
Sezen Aksu’nun “damara” girmesi, Müslüm Gürses’in Açıkhava Tiyatrosu’nda konser vermesi, entellerin Etiler’e Yıldız Tilbe dinlemeye gitmesiyle falan da aradığı prestije kavuştu.
Söylemek istemezdim ama Arabeskin yükselişi aslında Tayyip Erdoğan ve AKP’nin yükselişiyle paralel.
AKP de yok sayılmış, hor görülmüş, varoşlara sıkışmış “arabesk” kesimlerin tepkisiyle doldurdu yelkenini.
Nitelikli çağdaş siyasetçilerin azalmasıyla, sistemin çürümesiyle oluşan boşluğa yayıldı yavaş yavaş.
Tabii kendisine “acıların partisi” havası vermeyi de ihmal etmedi. Hatta 12 yıllık iktidarın ardından bile öyleymiş gibi yapabiliyor.
Balkan-Akdeniz ülkesi olmak hevesiyle kurulmuş Türkiye’de yaşayanların çoğunluğu Ortadoğulu olmayı seçince de konu kapandı.
Sonuçta arabeskin kültür alanında kazandığı mutlak zaferin bir benzerini AKP siyasette kazandı.
“Acıların Kadını Bergen” kitabını okuduğumuz şu günlerde AKP iktidarına ömür biçmek zor. Arabeskin iktidarı ise galiba yeni başlıyor.


Aydınlık, 15 Ekim 2014

13 Ekim 2014 Pazartesi

Romancının yapacağı yorum anca bu kadar olur

“Senin aslında ne istediğini bilmiyor muyuz sanki!”
“Demokrasiyi sizin gibilerden öğrenecek değiliz!”
“Sen önce dön de kendi soyuna sopuna bak!”
Bunlar siyaset arenasında her gün duymaya alışkın olduğumuz tartışma sözleri, değil mi?
Tabii üç aşağı-beş yukarı benzerlerini kültür-sanat dünyasında da duymak mümkün.
“Ben okumam varoş çocuklarının yazdığı romanı!”
“Kolejli kızların yaptığı muhalif müzikten ne olur ki zaten!”
Hatta gündelik hayatımızda sık sık duyar ve bazen de dayanamayıp kullanırız böyle sözleri.
“Kadın değil mi, park edemez tabii!”
Türkiye’de köşe yazılarının çoğu bu mantıkla yazılır. Siyasi nutukların geneli bu mantıkla atılır.
Memleketin hakim mantığıdır ve adına Latince’de “Argumentum ad hominem” denmektedir.
Tepkiyi ya da cevabı karşımızdakinin duruşuna ya da fikrine değil, doğrudan şahsına yönlendirmektir. Önerme yerine önermeyi yapan kişiyi tartışma konusu yapmak.
Dünyada bu mantıksal bir safsata olarak kabul edilir. Yazar dostum Alper Canıgüz ise basitçe “mantık hatası” ya da "bağlam özürlülük" der.
Bruce Lee’nin sevdiği deyimle, karşımızdakinin işaret ettiği yere değil, parmağına bakmaktır.
Genellikle “Şu salağın parmağına da bakın ha-ha-ha!” derken gösterdiği kaplan tarafından mideye indirilmeye yol açar.
Sorun şu ki, siyasi ya da kültürel tartışmalarımızın neredeyse tamamı işte bu safsata üzerine kuruludur.
“Argumentum ad hominem” yasaklansa, memlekette tartışma kalmaz. Köşe yazarlarının ve siyasetçilerin çoğu işsiz kalır.
Çünkü kavramlar yerine birbirimizin soyunu-sopunu, özel hayatını, kişiliğini ya da mazisini mevzu ederiz biz.
Böyle olduğu için de hiçbir tartışma mantıklı bir senteze varmaz. Düşünce zemini oluşmaz.
Yabancılarla tartışırken de aynı şeyi yaptığımız içindir ki dünya medyası şaşkın gözlerle bakar bize.
Psikolojik sebeplere girmek uzun sürer ama benlik sorunlarından kaynaklandığı söylenebilir belki.
“Ad hominem” birebir çevrildiğinde “kişiye” anlamına geliyor. Tartışmada her şeyi kişisel almak ya da kişiselleştirmek gayreti.
“Sen asıl kendine bak!” ya da “Sana benzer!” çocukların favori tartışma argümanlarıdır, malum.
Demek ki bir toplumun “ad hominem” düzeyini aşıp kavramlarla tartışmaya başlaması az buçuk kemale ermesine bağlı. 
O zamana kadar da birbirimize gösterdiklerimizi değil sadece bir sürü parmak görmeye devam edeceğiz. Herkes manikürünü yaptırsın.
t.k
 

8 Ekim 2014 Çarşamba

Akil insanlar göreve!

Öyle vitrin meşhurlarından falan bahsetmiyorum ha! Sözde değil özde akil olacaklar.
Hem aklı selim sahibi olacaklar hem de belli bir ağırlıkları, derinlikleri, perspektifleri olacak.
Tek taraflı bir koro da olmayacak... Hükümetçisi, Atatürkçüsü, cemaatcisi, Kürdü, Türkü hepsi olacak içinde.
Kendi egolarını tatmin için değil, “hal çaresi” bulmak için bir araya gelmiş olacaklar.
Birbirlerine afra-tafra yapmayacaklar masaya oturduklarında. Gönül gözleri açık olacak.
“Neyi bozabiliriz” diye değil, “neyi çözebiliriz” diye düşünecekler bir araya gelirken.
Çünkü son yıllarda bizi üşüten hava değil. Ilıman geçen kışların aksine, “soğuk iç savaş” ile donduk.
Bu tabiri kim icat etti bilmem ama eskiden bin yıllık İttihatçı-İtilafçı çatışması için kullanılırdı.
Bugünse daha şiddetli hissediliyor soğuk iç savaşın kışı. Sınıf savaşı desen değil, aç sınıfın laneti desen hiç değil, bir garip rant kavgası.
Taaruzları, muharebeleri, ricatları ve zayiatları her Allah’ın günü şaşkınlıkla izliyoruz. İçimizdeki Kobane bitmek bilmiyor!
Seçim kampanyaları boyunca gördüğümüz normal bir siyasi yarış değil; adeta kan davasıydı.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra da durumun normalleşeceğine dair bir emare yok. Belli ki toplumsal ayrışma hızlanarak sürecek.
Çok şükür şimdilik Ukrayna ve Yugoslavya’daki gibi sokakta karşılıklı silahlar konuşmuyor ama soğuk savaşın tansiyonu yükseliyor her geçen gün.
Şimdi aklı selim sahibi insanlara düşen, birleştirici olmak. Ayrıştıranlara, çatıştıranlara inat. Soğuk iç savaşın üşüttüğü insanlara sıcak duygularla yaklaşmak.
İnsanlar korkarak yaşıyor. Hangi partiye oy verirlerse versinler. Hangi “mahalleden” olurlarsa olsunlar.
Bize korkularla beslenecek ruh emiciler değil, o korkuları giderecek gerçek kanaat önderleri gerek.
Bu yüzden, bir ara pek moda olan “Akil İnsanlar” olayına asıl şimdi ve burada ihtiyaç var.
Vicdanlı kanaat önderleri her kesimde mevcut. Mesele, mahallelerinden ve fani işlerden bağımsız davranıp davranamayacakları.
“Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmak ya da olmamak, işte bütün mesele. Alametler gösteriyor ki, savaşın sıcağa dönmemesi bu sayede olacak.
Ya sağlayacağız ulusal barışı ya da sonunda birileri gelip bizim yerimize sağlayacak, Ukrayna ve Yugoslavya’da olduğu gibi.
İşte şimdi önümüzdeki seçim.

4 Ekim 2014 Cumartesi

Bir nevi bayram yazısı

Bu önceki bir yazının bayramlık giymiş hali.
İlk romanım 2002'de yayımlandı.
Birkaç yıl sonra da, birileri benden kurtulmak için düğmeye basıverdi.
Saldırı o zamanlar hayal edemeyeceğim kadar büyük, şiddetli ve acımasızdı.
Hazırlıksız yakalanmıştım.
Aynı anda hem mesleğime hem de özel hayatıma kast eden bir imha operasyonuydu.
Hatta adına "magazin" denen yeni bir silah bi...
le deneniyordu. Sonradan başka yazarlar üzerinde de kullanılacaktı.
Gazetesinin tüm yazarlarını beni bitirmek için seferber eden yayın yönetmeni bile gördüm.
Kırk yıllık arkadaşlarımın saldırının büyüklüğü karşısında korkup beni yalnız bırakmasına tanık oldum.
Olayın detaylarını ancak yıllar içinde keşfedebildim.
Arkasında hangi siyasi oyunların olduğunu.
Gencecik bir yazarı "bitirmek" için çevrilen dolapların neler olduğunu tek tek açığa çıkardım.
Her şeyin göründüğünden ne kadar farklı olduğunu... Rüzgârgüllerinin gizli hesaplarını...
Onları da bir gün anlatırım belki.
Şimdi olmasa bile yaşlılığımda.
Sonuçta hayatta kaldım.
Üretmeye ve ürettiklerimi paylaşmaya her koşulda devam ettim.
Tarihte çok daha ağır şeylere maruz kalmış yazarların yaşadıklarını aklımda tutmaya çalıştım.
Geçtiğimiz 12 yıl boyunca güçlendim, ustalaştım ve daha iyi bir savaşçıya dönüştüm.
Bir kez daha bütün arkadaşlarım sırt çevirse bile nasıl ayakta duracağımı öğrendim.
Bu arada, gerçek arkadaşlar edinmeyi de ihmal etmedim tabii.
Bugün arkamda otuz bin okurla huzurlarınızdayım.
Yazmaya ve üretmeye devam ederek.
Medyadaki hiçbir ucuz oyunun içinde yer almayarak.
Kimsenin adamı falan olmayarak.
Bütün mahallelerin vicdan sahibi, namuslu insanlarıyla yürek dayanışması içinde kalarak.
Genç okurlar bazen sorar, bütün o vahşete rağmen bugünlere nasıl geldiğimi.
Onlara söyleyebileceğim tek şey: Gönül gözünüzü körleştirmelerine sakın ha izin vermeyin.
Daha iyi savaşmayı öğrenirken, en sağlam direnişin kalbi temiz tutmak olduğunu da hatırlayın.
Başbakanlar, cumhurbaşkanları ve krallar gelip geçecek.
Bu okuduğunuz yazıysa bâki kalacak. Bunu asla unutmayın.
Hepimize iyi bayramlar!

21 Eylül 2014 Pazar

Hayatı değiştiren albüm

Nirvana’nın “Nevermind” albümü için “hayatımı değiştirdi” demek herhalde hafif kaçar. O aslında hayatı değiştirdi.
Müziğin semalarına bir tanımlanamayan uçan nesne gibi girdi ve o güne kadarki her şey hızla eskimeye başladı: Spreyli-meçli uzun saçlar, saniyede on nota basan süper gitaristler, dar deri pantolonlar, içli aşk baladları...
Bunların yerini kirli sakallı, salaş kıyafetli bir adamın grubu ve onların acıyla, öfkeyle, tuhaf bir mizah duygusuy
la dolu şarkıları aldı.
İtiraf edeyim, “Nevermind”ı dinlediğim zaman hayatımın değiştiğini fark etmedim.
Oysa her şey müsaitti: 18 yaşındaydım, müzik yapıyordum, şiir yazıyordum, acıdan, öfkeden ve kara mizahtan kendimce nasibimi almıştım.
Albümü önce bir şeye benzetemedim, sonra her şeye benzettim: Korkularıma, şiddetime, aşklarıma, Turgut Uyar’ın deyimiyle “Bütün mümkünlerin kıyısında” durduğum hayat değirmenine.
Albümün çıkış yılı 1991 idi ve tarihçi Eric Hobsbawm’ın deyimiyle “Kısa Yirminci Yüzyıl” tam da o yıl tarihe karışıyordu. Doğu Bloğu artık yoktu. “Soğuk Savaş” o yıl bitmişti. Uçakların İkiz Kuleler’e çakılmasıyla fiilen başlayacak 21. Yüzyıl’a kadar 10 yıllık bir Araf yaşanacaktı.
Bizler o Araf'ta büyüyecektik, artık ne kadar büyüyebilirsek. Çabamızın fon müziğini de dünyayı söz konusu 10 yılın orta yerinde bırakıp gidecek Kurt ve grubu yapacaktı.
Düşünüyorum da, hayat nasılsa değişecekti, gelecek kapımızda bekliyordu. Kurt’un müziği bize aç kurtlara karşı uluma cesareti verdi. Oysa hepimiz albümün kapağındaki, oltadan sallanan paraya doğru saçma sapan yüzmesi istenen bebeklerdik.
Tüfeğin namlusunu kendi ağzına sokmaya cesareti olmayanlar.
Aslında hâlâ öyleyiz. 

 
Habertürk, 21 Eylül 2014
(Sırma Karasu'nun hazırladığı "Hayatımı Değiştiren Albüm" dosyası için).

5 Eylül 2014 Cuma

Edebiyatın işlevi soruları derinleştirmektir


Söyleşi: Rozerin Doğan

Kitabın başında “Bu romandaki her şey hayal ürünüdür”  diyorsunuz. Bu ibareyi koyma ihtiyacı niye duydunuz? Devamında da “Dünyanın tamamen delirmiş olması hariç” diyorsunuz. Dünya nasıl delirdi veya kim delirtti?

Para ve güç peşinde koşmaktan topluca çıldırmış haldeyiz. Halimiz kırkıncı kattan düşen ve geçtiği her katta “buraya kadar her şey yolunda...” diyen adamınkine benziyor. Birbirimizin ne dediğini duymaya, halinden anlamaya zaman yok. Bu bizi egoistleşmeye itiyor. İçimizde doğan boşluğu da fanatizmle ya da uyuşturucularla dolduruyoruz. Şu durumda tek çıkış yolu mizah gibi. Ayrıca, romanın otobiyografik olduğunu sananlar çıkacağını tahmin etmedim desem yalan olur. Mizahı da biraz bu yanılsamanın üzerine kurmak istedim.

Devrim lanetlenmiş bir medyatik. Kendini yerle bir olmuş hissediyor. Medyatik olma tutkusu bir dönem toplumun önüne çok iyiymiş gibi kondu. Siz Magazin medyasının topluma kattıkları yada toplumdan götürdükleri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Medya sadece şov dünyasından değil, kültürden, siyasetten, spordan, hatta ulusal güvenlikten bile magazin ağzıyla bahsediyor. Gazze’den Alaçatı’dan bahseder gibi bahseden dahi köşe yazarları var. Artık hiçbir şeyi derinlemesine öğrenmeye gerek yok! Vaat edilen ışıltılı dünya kollarını açmış bizi bekliyor! Tuzağa düşmek her zamankinden kolay. Devrim de bu girdaptan çıkmanın yollarını arıyor.

Devrim evliliğinde sürekli karısıyla denk olmadıklarını düşünüyor. Aşk denklik ister mi? Galiba aşk her şeyi hal etmiyor. Ne dersiniz?
Aşk dediğimiz içinde ego tatmini, sahip olma hırsı, bencillik gibi şeyler de barındıran, yarı-karanlık bir alan. Dengeye dönüşmesi kolay değil. Evlilikse denge üzerine kurulması gereken bir yapı. Haliyle, göründüğü kadar ilgileri yok. Eskiler işi biliyormuş, görücü usulüyle çözmüşler! Şaka bir yana, aşk genellikle çelişki üretir. Çözümleri üreten sevgidir. Gerçek sevgi insanın başkasının mutluluğuyla mutlu olabilmesi. “Aşk” ve “sevgi” diye iki farklı sözcüğe sahip olmaksa Türkçe’nin en büyük başarısı!

Hikayede ben en çok etkileyen bölüm Devrim’in babasıyla ilişkisi ve defterinden okuduklarımız. “Geçmiş değiştirilmez diye bir şey yok” diyor. Çok iddialı bir cümle. Geçmiş değiştirilebilir mi?
Kesinlikle evet. Geçmişi okuyuşumuzu değiştiririz ve birden her şey değişir. Geçmişi hep aynı şekilde görmeye şartlanmışız. Hepimizin birer kişisel resmi tarihi var. Oysa bir çocukluk anısını farklı açılardan okumak mümkün. Bu sayede anının bugüne etkisi de değişir. Tıpkı bir kitabı 10 yıl sonra tekrar okumak gibi. Cümleler aynıdır ama algımız değiştiğinden artık başka kitap olmuştur. Modern psikiyatriyle geleneksel doğu düşüncesinin hemfikir olduğu nadir noktalardan biridir bu.

"Tabanca” adlı parçanız çok beğenildi. Orada “İstanbul bana tabanca, şakağıma dayalı”. Böyle mi hissediyorsunuz?

Maalesef öyle... İstanbul artık uğruna Yahya Kemal’in şiirler, Münir Nurettin’in şarkılar yazdığı şehir değil. “Günah Şehri” filmindeki gibi bir yer. Daha geçenlerde uzaktan tanıdığım yaşlı bir çift evlerinde öldürüldü. Böyle bir şehri artık içli şarkılar anlatamaz, takdir edersiniz ki. Ancak “Tabanca” gibi şarkılar anlatabilir!

Söyleşinin tamamı Aydınlık Kitap Eki'nde.

2 Eylül 2014 Salı

Berlin duvarı çeyrek asırdır yok


Doğu Avrupa bugünlerde Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yılını idrak etmeye hazırlanırken Atlas olarak konsere geldik Bulgaristan’a.

Mindya kasabası yılın geri kalanında sessiz sakin yaşayıp bir hafta boyunca Rock festivaline dönüşüyor. Hem de ne dönüşmek!

Çevre illerden akanlar Balkan gruplarının müziğiyle çoluk-çocuk eğleniyor. Çiftçiler, doktorlar, işçiler, öğrenciler, bilgisayar programcıları, öğretmenler, hatta kasabanın polisleri!

Ekonomik sıkıntılar içindeki bir ülkede esen bu pozitif enerji fırtınasına hayran olmamak elde değil.  
Balkanların Arabesk’i Çalga müziğine karşı Rock’un direniş mevzilerinden biri Mindya. Sokaklarının, doğasının ve havasının güzelliği de ayrı.

Yazlarını Mindya’da geçiren Mira ve kocası, evlerinin bir bölümünü “Komünizm  Müzesi” haline getirmiş. “Bulgaristan’ın ilk komünizm müzesi” diyor Mira gururla.
Girişte bizi tabii ki Lenin heykeli ve orak-çekiçli Sovyet bayrağı karşılıyor. Saman kâğıtlı kayıt defteri de o zamanlardan. Kiril alfabesi burada insana bir başka görünüyor.

Komünist Bulgaristan’dan kalma ev eşyaları, fotoğraf makineleri, yayınlar, posterler, film afişleri, saatler, hatta askeri üniformalar... Derhal birer tane giyip fotoğraf çektiriyoruz.
Bulgaristan Komünist Partisi’nin Hem Bulgarca hem de Türkçe propaganda yayını “Yeni Hayat”ın sararmış sayfalarını karıştırırken düşünüyorum: Reel komünizmi yaşayanlara bunlar kim bilir neler hatırlatıyor.

Özellikle Bulgaristan Türklerine: Baskı, asimilasyon, Belene Kampı, atalarımın da içinde olduğu firar hikâyeleri... Acaba unutmak mı daha kolay yoksa hatırlamak mı...
Isabel Fonseca “Beni Ayakta Gömün” kitabında, toplumsal acılara karşı iki tür refleks olduğundan bahsediyor. Yahudilerinki gibi her şeyi hatırlamak ya da Çingeneler gibi her şeyi unutmak.

İlki tekrar yaşamamak için gereken tecrübeyi, diğeriyse travmalarla gölgelenmemiş yaşama sevincini hedefliyor. Hatırlama endüstrisine karşı unutma sanatı.
Bulgarlarsa tıpkı Türkler gibi, bölük-pörçük hatırlamayı seçmiş. Komünist döneme sakin gözlerle bakmaya yeni alışıyorlar.

Yaşlılar daha ılımlı. “Özgür değildik ama hiç olmazsa sosyal güvencemiz vardı” türküsündeler. Şu yoklukta dinlenmeyecek türkü değil hani.
Tabii işin nostalji boyutu da var. Ne de olsa nostalji dediğimiz insanın kendi gençliğini özlemesinden ibaret!

Müzeyi gezdikten sonra bahçede basketçiye benzeyen Sırp müzisyenlerle resim çektirip Mira’nın yine o günlerden kalma cezvelerde yaptığı kahveyi içiyoruz. Berlin Duvarı yıkılırken Roger Waters’ın verdiği konserden bahsederek.
Waters yıkılan duvarın önünde ve  bütün fiyakasıyla “The Wall” albümünü icra ederken bizler gençliğe henüz adım atmıştık. Gitar çalmayı, iki satırı bir araya getirmeyi öğreniyorduk. Meğer altın çağıymış ömrümüzün, bilemezdik.

Aradan geçen 25 yılda bilmem içimizdeki duvarları yıkabildik mi? Yoksa fark etmeden yeni duvarlar mı ördük? Ruhumuzun masumiyet müzesi acep neresi? Keşke Mindya’da bunun da cevabı olsa.
 
 
Aydınlık, 3 Eylül 2014

 
 

 

 

 

 

 

 

28 Mayıs 2014 Çarşamba

TÜSAK ve Rinat Dasaev

Kültür-sanat camiası TÜSAK yasa tasarısına karşı isyanlarda. Neden? Sanatı devlet elinden çıkarıp özel sektörün kollarına terk edecek de ondan.
 
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, “Sovyetik sanatçı döneminin bittiğini” ilan etmiş.
 
Malum, her fenalığın adı “Sovyetik”tir memleketimizde. Haliyle, her tartışmayı noktalar.
 
Gerçi günümüzde “Sovyet” artık havalı bir jean markası ama olsun. Tıpkı “Sovyet” markası gibi, kültür sanatı da kapitalizme kazandırmaya kararlı Ömer Çelik.
 
Ne yalan söyleyeyim, normalde devletin sanata verebileceği en büyük desteğin gölge etmemek olduğuna inanan biriyim.
 
Devletin sanata herhangi bir sebeple karışması nadiren hayırlı sonuç vermiş güzel ve yalnız ülkemizde.
 
Allah için, mazimiz devlet baskısı altında canından bezmiş Amadeus’lar ve devlet torpiliyle abad olmuş Salieri’lerle dolu.
 
Haliyle, devletin sanatla temasının minimize edilmesine özgür ruhlu sanatçıların normalde sevinmesi gerek.
 
Ama durum öyle değil işte. TÜSAK’ı “sanata-sanatçıya tuzak” olarak gören pek çok kültür insanı var. Çünkü sanatın “devlet hakemliğinde özel sektöre devredilmesi” fikri onlara inandırıcı gelmiyor.
 
Birinicisi, ülkemizde opera, bale, tiyatro gibi sanatları (ve sanatçıları) yaşatmaya yetecek kültürde bir özel sektörün varlığı şüpheli.
 
İkncisi, devletin yapacağı hakemliğin ne kadar adil olacağı konusunda ciddi soru işaretleri var.
 
İktidarın Atatürkçü kesimin kontrolündeki bir alanı daha kendi vesayetine katmak istediği söyleniyor.
 
Hükümetin bu endişeleri giderme konusunda çok istekli ve muhabbetli davrandığını da söyleyemeyiz maaleesef.
 
Mesela, dostlarımın çoğu memleketin kalburüstü sanatçıları ama içlerinde bu konuda devlet tarafından bilgilendirilmiş pek kimse yok.
 
Sonuçta, TÜSAK tasarısı da mevcut siyasi kutuplaşmanın bir parçasına dönüşmüş bulunuyor. Varoluş amacı insanları birleştirmek, gönülleri bir etmek olan sanatın bile buna sahne olması gayet Kafkaesk.
 
Pek Sovyet hayranı sayılmasam da, SSCB kalecisi Rinat Dasaev’in bir dünya kupasındaki röportajını hiç unutmam.
 
“Dostoyevski’nin üstüne yazar, Çaykovski’nin üstine bestekâr tanımam” diyordu efsanevi file bekçisi.
 
Sahi, “Tanpınar’ın üstüne yazar, Münir Nurettin’in üstüne bestekâr tanımam” diyebilecek milli kaleciyi kim yetiştirecek? Hangi yasa? Hangi ideoloji? Hangi devlet ya da özel sektör?
 
Niyetimiz bu olsaydı sadece sanatta yükselmezdik belki. Aynı zamanda yerimizi alırdık yaklaşan dünya kupası finallerinde.
 
Aydınlık, 28 Mayıs 2014
 
 

9 Mayıs 2014 Cuma

Belki de herkesin keyfi yerinde

İktidar partisi mutlu...

Nasıl olmasın? 12 yıldır işbaşındalar. Üstelik kısa vadede bu durum değişecekmiş gibi görünmüyor.
İşin tuhafı, ana muhalefet de mutlu...

Şaka-maka, “piyasanın” en az %25’ini tutuyor elinde.

Hem de arada iktidardan şikâyet etmek ya da kendi aralarında dövüşmek dışında pek bir icraat yapmadan. Minimum performansla maksimum randıman!
Tabii bu durumda, küçük muhalefet de mutlu...

Mutlu olduklarını, neredeyse 20 yıldır aynı lider tarafından yönetilmelerinden anlıyoruz...
Meclisteki en küçük muhalefet deseniz, herhalde kurulduğundan beri gördüğü en mutlu günleri yaşıyor.

Açılımdı şuydu-buydu derken, adeta küçük ortağı gibiler iktidarın.
Yani aslında siyaset meydanında herkesin keyfi yerinde.

Hatta diyebiliriz ki, tarihte ilk defa tüm partilerin halinden memnun olduğu bir meclise tanıklık ediyoruz.
Üstelik seçim sonuçlarına bakılırsa, halkın da bu mutluluktan şikâyeti yok. Aynı oy oranları üç aşağı-beş yukarı tekrarlanıp duruyor.

Haliyle, mecliste kimse seçim barajını indirmek ya da yeni anayasa gibi “angarya” işlerle uğraşmaya falan gerek görmüyor.
Yönetmeyi seven yönetiyor, şikâyeti seven şikâyet ediyor, mutluluk çeşmesi akmaya devam ediyor. Adımız Mesut, göbek adımız Bahtiyar.

Şu durumda statüko nasıl değişsin?

Kim değiştirsin?

Niye değiştirsin?

Ne kadar ilginç, değil mi?
Bu “süper” keşfimi siyasetten anlayan bir akademisyen arkadaşımla paylaştım. Acı acı güldü bana.

“Sen zaten siyasetin ne olduğunu sanıyordun ki akıllım?” dedi. Bütün havamı söndürdü.
Haklı galiba... Belki de mutluluğu çoktan bulduk haberimiz yok. Ya da farkındayız ama çaktırmamaya çalışıyoruz.

Bu tiyatroda siyasetçisi ayrı rol yapıyor, vatandaşı ayrı. Olan özgürlüğünü, canını, sağlığını kaybeden idealist romantiklere, samimi vatanseverlere, serdengeçti devrimcilere oluyor.
Ama mutluyuz çok şükür... En az 34. kattan düşerken her geçtiği katta “Şimdilik her şey yolunda!” diyen o adam kadar.

Aydınlık; 8 Mayıs 2014

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Demek öyle efendiler!

Demek o mega ve yenilmez aklınızla bizi yok etmeye çalışacaksınız, öyle mi?

Bizi böcekleştirecek, gururumuzu kıracak, adımızı kötüye çıkarıp sonra alay edeceksiniz. Kitap yazamaz, gitar çalamaz, âşık olamaz olacağız siz istiyorsunuz diye, ha?
Sizin yüzünüzden sevmediğmiz işleri yapmak, istemediğimiz hayatları yaşamak zorunda kalacağız... Gücünüze tapan soytarılardan değiliz diye.

Üzülerek bir şey söyleyeyim mi, avucunuzu yalarsınız! Daha çok beklersiniz efendiler!İki dakika efendi olun ve bizi bitiremeyeceğinizi bir zahmet kabul edin.
Elimizde kalem, boynumuzda gitar, gönlümüzde aşk olduğu sürece bu oyunda biz de varız! Bu orman bizden de sorulur. Hangi ağaca tırmanacağımız yalnız bizi ilgilendirir.
Ondan sonra yine haysiyetimize mı saldırırsınız, iftira mı atarsınız, köpeklerinizi mi salarsınız, orasını bilmem. Bildiğim tek bir şey var: Bizde olup sizde olmayan bir şey. Parayla satılmayan, tılsımlı bir şey.

Bütün gücünüze, iktidarınıza, silahlarınıza rağmen ona sahip olamamak deli ediyor sizi. Bizim gibi sefillerin bunu nasıl becerdiğini anlamıyor, kendinizi yiyorsunuz. Sırf bunu merak ettiğiniz için izin veriyorsunuz yaşamamıza. Belki sırrı size söyleriz diye.Ama üzgünüz efendiler, söylesek de zaten anlamazsınız. Hatta çoktan söyledik, anlamadınız. Her şarkıda, her kitapta, her aşkta zaten o sırrı veriyoruz duymasını bilenlere. Ama siz kafayı bizden nasıl kurtulacağınıza taktığınız için duymuyorsunuz.

Sadece siz değil, köpekleriniz de duymuyor. Hiçbir zaman da duymayacaksınız. Bu yüzden öldürmeye çalışacaksınız bizi. Haysiyetimizi, gururumuzu, mesleğimizi...

Ama sizden korkmuyoruz. Çünkü zavallısınız efendiler. Zavallılardan korkulmaz. Kendinizi dünyanın efendisi sanıyorsunuz. Oysa bir tımarhanenin gardiyanısınız. Her sabah tamamen kafayı yemiş bir dünyaya bakıyor ve eserinizle gurur duymaya çalışıyorsunuz. Bizse normal kalmanın yolunu bulduk. O bizim tımarhaneden kaçış planımız.
Haklısınız efendiler, ebleh romantikleriz; çünkü delirmiş bir dünyada normal kalmaya çalışıyoruz. Bizi ne kadar yok etmeye çalışsanız az.
Bu sözler sizi kızdırdıysa gelin buraya, delikanlıca paylaşalım kozlarımızı. Kim kalıyor kim gidiyor. Gelin de anlayalım efendiler. Hadi, denemesi bedava!

 
Aydınlık, 5 Mayıs 2014
 

30 Nisan 2014 Çarşamba

Ağlak rock meselesi

90’ların ortası, Çatalca... Balkanlı yazarların davetli olduğu bir edebiyat şenliğinin yemeğindeyiz. Müşfik bir bahar gecesi, uzun bir masa... Çeşitli Balkan lehçeleri rüzgârda birbiriyle miksleniyor.

Festivalin onur konuğu, Boşnakların baba şairi İzzet Sarayliç. Elinde şenliğin verdiği ödülle, tam karşıma oturmuş.

“Hayatımda aldığım en büyük ödül, bir Sırp faşistinin göğsümde açtığı şarapnel yarasıdır!” diyor.

Rakılar içilince, türkü faslına geçiliyor. İzzet Sarayliç kalın, tok sesiyle gür bir Boşnak türküsü patlatıyor. Hep beraber alkışlıyoruz. Ama sıra Türklere geldiğinde, dinlerken yüzünü buruşturuyor üstat. Gözlerinde memnuniyetsiz bir ifade.

Sonra başlıyor bizim türkülerle dalga geçmeye; yüzü ağlamaklı, komik bir şekide inleyen bir adamı canlandırarak. Ege, Karadeniz, Doğu Anadolu... Hangi yöreden söylesek değişmiyor tepkisi. Belli ki türkülerimizi fazla “slow” buluyor.

Yıllar içinde başka yabancı arkadaşlarda da gördüm aynı tepkiyi. Türkü hayranı biri olarak üzgünüm ama gerçek bu. En isyankâr türküsünde bile efkârlı görünen bir milletiz.

Fakat konu rock gibi “ithal” bir tür olunca, işler biraz karışıyor işte. Ortaya ilginç durumlar çıkıyor. “Tepkisel” ve “eyvallahsız” takılmak üzere doğmuş bir müziğe ağlamaklılık pek olmuyor çünkü.
Nitekim müzik camiamızda bu “Ağlak rock” meselesi yıllardır tartışılır durur. Geçenlerde medyada ayyuka çıktı. Mor ve Ötesi’nin solisti Harun Tekin ile Zakkum’un bateristi Cem Senyücel başladılar polemiğe. İkisi de esaslı müzisyen, malum.

Harun dostumuz diyor ki: “Rockcu dediğin sadece aşktan sevdadan bahsetmez, başka konularda da şarkı söyler.” Cem dostumuzun ise kendini savunmak için söylediği ilginç. “Bizim hiçbir albümümüzde ‘aşk’ kelimesi geçmiyor!”

Galiba mesele tavır meselesi. Rock’u rock yapan ele aldığı konulardan çok o konuları ifade ediş şekli. Sonuçta bir marşı ağlamaklı şekilde söylemek mümkün olduğu gibi, bir aşk şarkısıyla isyan rüzgârları estirmek de mümkün. Pek rockcu sayılmazlar ama Yıldız Tilbe ve Ahmet Kaya bunu yıllarca gayet güzel yaptı mesela.

Yine de “Yandım-bittim-mahvoldum” makamını seven bir millet olduğumuz içindir ki, ağlamaklı şarkıları daha kolay benimsiyoruz. Mağdur görünen, kader kurbanı olduğunu söyleyen simaları daha çabuk basıyoruz toplumsal bağrımıza; sanatta da, siyasette de. Sonuçta rock müzisyenine iki yol kalıyor: Harbi rock yapıp marjinal kalmayı göze almak ya da ufaktan Sezen Aksu’ya bağlamak.

İzzet Sarayliç belki hayatında hiç rock dinlememişti ama ruhen gerçek bir rockcuydu. Şarapnel yarasıyla, dobralığıyla, delikanlılığıyla... Belki de mesele burada.
 
Aydınlık, 30 Nisan 2014

 

  

 

 

 

 

23 Nisan 2014 Çarşamba

Çocuklarımızı bekleyen gelecek

Bizim çocukluğumuzda, gelecekte geçen bilim-kurgu öyküleri, filmler, çizgi-romanlar vardı.

1999, 2002 ya da 2009 gibi, o vakitler çok uçuk görünen tarihlerde geçerdi olaylar.

Bazıları iyimserdi: Uçan otomobillerden, uzay ve zaman yolculuklarından, telepatiden bahsederdi.

Bazıları ise kötümserdi: Nükleer savaşlarla, yıkımla, teknolojiye esir düşmüş insanoğlunun barbarlığıyla doluydu. 
Bilemezdik bizi bekleyen geleceğin cennet mi yoksa cehennem mi olduğunu.
Yine de heyecanlanırdık ama. Sorsanız Jüpiter’e ışınlanmaya da Nükleer Savaşa da hazırdık!
Sanki Mr. Spock, Mad Max, Kaptan Koenig ve Marty McFly mahalleden kankamız!

Fakat büyüdüğümüzde o filmlerde hayal edilenlerin hemen hiçbiri gerçekleşmedi. Uçan arabalar petrol lobisine, uzay yolculukları Reagan’ın “Yıldız Savaşları” projesine, robotlar da para babalarının Asyalı çocuk işçi çalıştırma arzusuna yenik düştü.
ABD ise SSCB’yi atom bombası yerine reklam sektörünün gücüyle yenmeyi başardı.
McDonald’s yiyip Levi’s giymek arzusuyla çıldıran Ruslar birkaç yıl içinde yıkıverdiler demir perdeyi.

Fakat bu bilim-kurgu enkazının altından, çocukluğumuzun filmlerinde olmayan bir şey çıktı: İnternet.

Üstelik o filmlerde hayal edilip de gerçekleşmeyen her şey bugünün internetinde karşılığını buluyor.
Mucizenin de barbarlığın da daniskası her gün binlerce kez transfer oluyor ekrandan ekrana.

Sanal dünyada yaşanan, ancak nükleer savaş sonrasında görülebilecek bir kaos ortamı.

Çünkü insanoğlu, doymak bilmez bir para ve güç şehvetiyle kafayı yemiş durumda.  
Uzay boşluğunda dönen minnacık bir taş parçasının üstünde birbirini gaza getirip duruyor.

İşin tuhafı, bu maneviyat krizi en çok “muhafazakâr” siyasetçilerin yönettiği yerlerde hissettiriyor kendini.

İşte tarihin böyle ilginç bir anında kutluyoruz, Atatürk’ün çocuklarımıza hediyesi 23 Nisan’ı. Evlatlarımızı büyütüyor, bir taraftan da onları bekleyen geleceği tahmin etmeye çalışıyoruz.

Oğlum geçenlerde sordu. “Eğer zaman makinesi gelecekte icat edilecekse bugün de var sayılır, değil mi? O zaman neden günümüze gelmiyorlar?”

Ne cevap vereceğimi bilemedim. Belki de zaman turistleri günümüzü para verip gitmeye değer bulmuyordur. Olamaz mı?

Aydınlık, 23 Nisan 2014

14 Nisan 2014 Pazartesi

Kerim'in bisikleti


Eski yüzyılın sonları... Kerim Ökten Yeni Yüzyıl’da fotoğrafçı. Biz de Beyoğlu’ndaki Sappho’da çalıyoruz.

Mavi bir dağ bisikleti var Kerim’in. Tatlı bir şey. Her uğradığımda içimi gıcıklıyor. Sonunda dayanamayıp “versene birkaç günlüğüne” diyorum. Sağ olsun kırmıyor, emanet ediyor emektarı.
Zaten o kadar meşgul ki, bisiklete binecek vakti yok. Arazi tipi aracıyla koşturuyor haberden habere.

Alıyorum bisikleti bir heves. Niyetim ertesi gün sahile gidip binmek. Çocukluğumdan beri yapmamışım. Eve dönmeden, başka bir arkadaşıma uğruyorum. Emaneti yaslıyorum dış kapının mandalına.

Birkaç saat sonra çıktığımda ne göreyim: Kerim’in bisikletinin yerinde resmen yeller esiyor!
Nispetiye Caddesi’nin ortasındaki apartmanın birinci katından, güpegündüz yürütmüşler!

Birkaç günlük arama-taramadan sonra, çaresiz gidip itiraf ediyorum. “Senin bisikleti çaldırdım birader.”
Aybige ile bir süredir sevgililer. Gençliğimizin ruhani merkezlerinden olan baba evlerinde Ümit Amca ve Ayşenur Teyze de var. Topluca “zaten çaldırmasan şaşardık!” der gibi bakıyorlar yüzüme. Ümit Amca dalgınlığımla inceden dalga geçiyor.

Ama Kerim seviyordu o bisikleti. En derin utançlarımdan birini yaşıyorum. Yenisini almayı teklif ediyorum.

Gerçi o zamanlar benim açımdan bisikletle helikopter arasında fiyat farkı yok. Müzikten kazandığım o kadar az.
Nitekim Kerim acısını içine gömüp gülümsüyor. “Boş ver lan, 40’larımıza geldiğimizde alırsın.”

Arkadaşımın kalenderliği daha da eziyor beni. Yine de soruyorum. “Emin misin?” 
“Evet... Hem o zamana kıçlarımız garanti kocaman olur. Eritmek için Belgrad Ormanı’nda pedal çeviririz.”

Sonra büyük aşkı Aybige’yle evlenip Londra’ya yerleşiyorlar. Kerim Ökten adı fotoğrafçılıkta dünya markasına dönüşüyor. Ancak yıllar sonra kesin dönüş yapıyorlar yurda.
Benimse 40’ıma geldiğimden beri aklımda bir senaryo: Bir akşam çalacağım kapılarını. Açtıklarında fiyonk bağlanmış bir bisiklet görecekler. Sonra çıkacağım karşılarına; 15 yıllık sözü yerine getirmenin haklı gururuyla.

Bugün-yarın derken, lise arkadaşımız Umut Aral arıyor. Sesi ağlamaklı. “Sorma, Kerim Abi’yi kaybettik!”
Motosikletiyle tatile giderken Çanakkale yakınlarında üzerine yıldırım düşmüş. Hastanede kurtaramamışlar.

Aklımda Çanakkale’ye gidişlerimiz... Bizi şafak vakti uyandırıp kahvaltılık incir toplamaya yollayan Ümit Amca...
Haberler Kerim’in ne baba fotoğrafçı, Türkiye’nin gururu olduğundan bahsediyor. Gazetelerin birinde motosikletinin resmi. Siyah, sağlam bir makine. Feci kazaya rağmen fazla dağılmamış.

Bizse motosikletler gibi değiliz. Dağılıyor, parçalanıyor, lime lime oluyoruz. Düşecek son yıldırımla, mavi bir bisiklet gibi yitip gidene kadar.

t.k.  

 

 

2 Nisan 2014 Çarşamba

Bir genci nasıl öldürdüm

Geçenlerde doğum günümdü. Sade ve olaysız bir şekilde girdim 41. yaşıma.

Tam da o gün, “bir kısım” medyanın bir yazıma cevabı, hakkımda yalan haber yazmak olmuş.

Hay bin kunduz! Kim bilir yine hangi zülfiyâre dokunduk!

Duyunca daldım gittim maziye. Aklıma bir zamanlar yaşamış bir genç geldi.

2000’ler tüm Türkiye ile beraber kültür-sanat dünyamızın da yeniden formatlandığı yıllardı, malum.
Rejim değiştiren her iktidar gibi, kendi destekledikleri yazarları en tepeye çıkarmaya hazırlanıyorlardı.

Fakat karşılarında gözlüklü bir genç buldular. Kel alaka bir tip. İki küçük roman yazmış, her nasılsa o yılın en çok okunanı olmuş.
Saçma bir durumdu doğrusu. Lanet olasıcanın orada olması kimsenin planı değildi.

Genç adam da nerede olduğunun farkında değildi. Romantik, hülyalı, az buçuk da salak biriydi.
Başarısının şaşkınlığını yaşıyor, el yordamıyla bir şeylere tutunmaya çalışıyordu.

Görmediği ise, hasbelkader bir büyük gücün ayağına dolandığı, sistemde “kıymık” yarattığı idi.
Kahraman falan değildi... Üzerine neyin geldiğini görse muhtemelen kenara çekilir; “büyüklerine” kendiliğinden verirdi yol.

Zaten orada olması da kaderin bir cilvesi, kahrolası bir yanlış anlamaydı.
Ama bedelini ağır ödedi. Çok fazla yaralandı, itilip kakıldı, ayaklar altında kaldı.

Kolay hedefti çünkü; başına gelenlerin asıl sebebine uyanıp ortadan kaybolacak zekâdan ve olgunluktan yoksundu.
Sonunda can havliyle önce roman yazmayı bıraktığını açıkladı, ardından ilk fırsatta kaçtı gitti uzaklara.

Birkaç yıl sonra geri döndüğünde, başka biri olmuştu. Artık yaşamıyordu o genç yazar.
İtiraf ediyorum, o genci ellerimle öldürdüm. Daha fazla acı çekmesine gönlüm razı olmadı.

Öldürmesem de çok yaşamazdı. Kendi cahilliğinin ve kahrolası yalnızlığının kurbanı olmuştu çoktan.
Romantik ve aptal bir gençti, evet. Yine de onu zaman zaman özlüyorum.

Bir onun resmine bakıyorum bir de aynadaki adama. Aradaki fark biraz keder veriyor.
Aynada ışın kılıcı elinde, feleğin çemberinden geçmiş bir adam var. Belki cahil ve yalnız değil; ama artık genç de değil.   

 
Aydınlık; 2 Nisan 2014