5 Ekim 2015 Pazartesi

Türkiye hâlâ mümkün

Öğleye doğru bindim taksiye Erenköy’den, çıktım yola karşı yakadaki Maslak Oto Sanayi’ye doğru. Külrengi bir Pazartesi. Amacım prova yapacağımız stüdyoya vaktinde yetişmek.
Kentsel dönüşüm faciasının sillesini fena yemiş güzelim Erenköy geride kalırken anladım ki işim kolay değil. İstanbul trafiği şovunu yapmaya kararlı.
Daha da vahimi, taksici siyaset konuşmaya meraklı!
Şahsen taksi emekçileriyle siyasete pek girmem. Birincisi, siyaset sevmiyorum kardeşim. Sonra başkasının kontrolündeki bir metal kutunun içinde her türlü deplasmandasın.
Ayrıca, memleketin hali malum; kimin neye hassasiyet göstereceği, kime neyle girişeceği belli olmuyor. Sonuçta taksici de esnaf ama ben pek İrlandalı sayılmam.
Benden birkaç yaş büyük gösteren, babayiğit bir adam. Saçlar kırlaşmış ama bıyık halen komple siyah… Önce çocuklarımızın derslerinden, İstanbul’un bitmişliğinden, dolardaki yükselişten falan lafladık. Ama daha köprü yoluna giremeden sordu korkarak beklediğim soruyu.
“Ne olur dersin bu sefer seçimler?”
Tam “Hayırlısı neyse o olsun” makamından sade suya bir cevapla yırtacaktım ki ikinci soru geldi: “Nasıl buluyorsun yeni başbakanımızı?”
O zaman başımı kaldırıp baktım ve gördüm bana güneşliğin üstünden gülümseyen Ahmet Davutoğlu’nu.
Vay canına, bir Davutoğlu hayranıyla karşı karşıyaydım!
Daha önce hiç Davutoğlu hayranı görmemiştim. AKP’li tanıdıklarım hep Erdoğan hayranıdır. Haliyle, mevzu birden renklendi.
“Değerli bir akademisyen ve hoca olabilir…” dedim, kibar olmaya çalışarak. Sonuçta benim arabada da AC/DC resmi var. Binen kimsenin Angus’a saygısızlık etmesini istemem.
“Peki başbakan olarak nasıl sence?” dedi, şüpheci bir sesle.
Baştaki muhabbetimizin yarattığı samimiyete sığınarak “Ne yalan söyleyeyim, kendisini biraz hayalperest buluyorum” demiş bulundum.
Dikiz aynasından dimdik baktı: “Nasıl yani?”
“Yani şu Yeni Osmanlıcılık olayı falan… Bana pek gerçekçi gelmiyor.”
“Olur mu birader!” dedi, sesini bir desibel yükseltip: “Komşu ülkelerle yeniden bir olsak. El ele, gönül gönüle, omuz omuza… Fena mı olur?”
“Herhalde süper olur ama onlar pek öyle düşünmüyor.”
“Kimler düşünmüyor?”
“Mesela Bulgarlar. Bu fikre onlar pek bayılmaz.”
“Ne biliyorsun?”
“Çünkü biz oralıyız. Ayrıca Sofya’da yaşadım da birkaç yıl.”
Bir sessizlik oldu. Takside bir gerilim hasıl olmuştu ama köprüye yaklaşmamızı engelleyen trafikten mi yoksa Balkan harbinde trafik olmadığından Çatalca’ya kadar gelmiş Bulgarlar yüzünden mi bilemedim.
Aklıma Davutoğlu’nun dışişleri bakanıyken Sofya’da yaptığı aynı minvaldeki konuşmayı dinleyen Bulgar arkadaşların yüz ifadeleri geldi.
“Onlar da nankörlük yapmasın kardeşim!” diyerek sessizliği bozdu taksici: “Osmanlı oralara yüzyıllarca barış götürmüş. Bayındırlık götürmüş. Kimsenin dinine-inancına karışmamış!”
“Onlar öyle düşünmüyor işte.”
“Yanlış düşünüyorlar o zaman!”
“Yahu o da onların düşüncesi.”
“Bırak Allah’ını seversen!”
“Sen hiç Muhteşem Yüzyıl dizisi seyrettin mi?” diye sorarak yükselttim eli. Ok yaydan göz göre göre çıkıyordu. Nereye gireceğiyse meçhuldü.
“Seyrettim.”
“Sultan dediğimiz kişi devletin bekâsı uğruna icabında kendi öz evladına acımamış. Sence lüzum gördüğünde Bulgara-Yunana acımış mıdır?”
Bir sessizlik daha… Bu seferki az önceki sessizliğin beş katı ağır. Köprünün kuleleri daha yeni görünmüştü uzaktan. Gereksiz bir laf ettiğimin farkındaydım ama iş işten geçmişti.
Kızgın bir sesle sordu sonunda: “Nereliyim demiştin sen?”
“Bulgaristan…”
“Sizin oranın Müslümanlığı biraz enteresan oluyor ha?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Yani sizinkiler Türklüğü-Müslümanlığı biraz değişik yaşıyor, değil mi?”
Ne kastettiği belliydi yol arkadaşımın. Arka koltuktaki lavuğa “tıynetsiz” demek istiyor ama kibarlığından lafı dolandırıyordu. Yolculuğumuzun Maslak yerine karakolda son bulması kuvvetle muhtemeldi artık.
Yaradana sığınıp sordum. “Senin memleket neresi usta?”
“Orduluyum, ne vardı?”
Bak şu Allah’ın işine: Benim Yeni Osmanlıcı çıka çıka koca Anadolu’da en bayıldığım şehirden çıkmıştı. Şahsen Ordu’nun yeşilini ayrı, mavisini ayrı, insanını ayrı severim. Ayıptır söylemesi, Ordu hakkında yazılmış en övgü dolu yazılardan birkaçı bendenize aittir.
“Ne güzel memleketiniz var sizin be!” diye bağırdım.
O da geriye dönüp ateş saçan gözlerle kükreyerek cevapladı: “Değil mi ama kardeşim!”
Sonra vites değiştirip başladı Ordu’ya hasretini anlatmaya. Ben de Ordu’ya her gidişimde uğramadan edemediğim yerleri anlattım. Taksideki stres katsayısı hızla düşüşe geçmiş, yerini manyak bir pozitif enerji dalgasına bırakmıştı.
“Bakma sen…” dedi en sonunda gülerek: “Biz de aslında Gürcüyüz.”
Böylece bir Bulgar ve bir Gürcü, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan köprünün üstünde kanka olmaya karar verdiler.
Seyfettin’in ailesi eskiden Sosyal Demokratmış. Ordu’da yıllarca SHP’ye, DSP’ye oy vermişler. Sonra devir değişince bakmışlar ki AKP fakirlere, özürlülere yardımda falan bulunuyor, dönmüşler o tarafa.
Tam acaba demeye başladıkları sırada da partinin başına Davutoğlu geçmiş. Bakmışlar okumuş, güleryüzlü adam, oy vermeye devam demişler.
Köprüden sonra trafik her nasılsa rahatlayıverdi. Maslak’a kadar fazla takılmadan gittik. Ordu muhabbetinden sonra aramızda Osmanlı konusu bir daha açılmadı.
Stüdyonun önünde taksiden indiğimde kendimi eski bir dosttan ayrılır gibi hissettim. Aklıma Orhan Alkaya’nın eski bir kitabının ismi geldi.
Sahi, “Türkiye Hâlâ Mümkün” ne güzel kitap ismiydi!
Nokta, 5-11 Ekim 2015

16 Haziran 2015 Salı

Yılın sürpriz filmi: Şahikalar

Yazan: Esat Fehmi Kalemşor

Ahben Sonel ismi genç dimağlara yabancı gelebilir. Fakat sinemamızın mazisini bilen kemale ermiş sanatseverler onu şüphesiz hatırlayacaktır. Bilhassa 1970’li yıllarda yaptığı avangard, eksperimental ve melodramatik çalışmalarla bir hayli sükse yapmıştı.
Bazıları ondan “Yerli Andy Warhol” diye sitayişle bahsederken bazıları da lalettayin yönetmen sayıp küçümsediler. Kesin olansa Sonel’in bir nevi harika çocuk, bir sinema fenomeni oluşudur.
O vakitlerki Ulusal Sinemacılar-Sinematekçiler münakaşasının haricinde, kendine has ve gayet Avrupai bir üslup tutturmuştu. Bu onu hem hür hem de yalnız kıldı. Hatta denilebilir ki piyasadan uzak kalması da bu yalnızlığından dolayıdır.
Yıllarca ortalarda görünmedi Sonel. Ta ki “Şahikalar-Kötülüğün Sonu” ufukta belirene kadar. Gerçi böyle bir senaryosunun olduğu 70’lerden beri konuşulur dururdu. Ahben Sonel’in çekilmeyen filmi tam bir Yeşilçam efsanesiydi. Çiçek Bar’da kulaktan kulağa yayılmıştı. Önce başrol için düşünülen Enis Fosforoğlu’nun meşguliyetinden dolayı ertelendiği konuşuldu, sonra hepten rafa kalkıp unutuldu proje. Meğerse uykuya yatmış, uyanacağı zamanı bekliyormuş.
Uyuyan güzeli uyandıran, ismine camiamızda ilk defa rastladığımız prodüktör Zafer Yıldız. İşin aslı kendisi kimin nesi bilmiyoruz. Ama mühim olan böyle cesur müteşebbisleri aramızda görmemiz. Ne de olsa üzümünü yiyip bağını sormamak sinemanın fıtratında var.
Gelelim “Şahikalar-Kötülüğün Sonu” filmine. Bir kere Ahben Sonel yıllar evvel yazdığı senaryoya sadık kalmış. Zaten kendisinin bu konudaki hassasiyetini bilen bilir. Yer yer “Dünyayı Kurtaran Adam” tarzı bir “B Movie” izlediğiniz hissine kapılıyorsunuz sonra birden günümüzün Marvel kahramanlarıyla aşık atan bir avantür doğuyor. Tam fantezi galebe çalacakken birden gözü yaşlı bir melodrama yelken açıyorsunuz. Kült yönetmen Ahben Sonel 100 senelik sinemamızın tüm hasletlerini filminde harmanlamak azminde.
Peki muaffak olabiliyor mu? Hayret ve tecessüsle söylemek gerekir ki ekseriyetle oluyor. Sanki 37 yılda filmi zihninde tekrar tekrar çekmiş, kurgulamış, müziklendirmiş. Şimdi yaptığıysa onu peliküle aktarmak sadece. Prodüktör Zafer Yıldız’ın galada söylediği gibi: “Bizi, bize, bizle anlatmak.”
Filmde kaza sonucu hayatı değişen bir esas çocuk var. Onu evine alan bir profesör var. Profesörün esas çocuğa aşık olan ve onu iyileştirmek azmindeki kızı var. Bu uğurda kullanılan envai çeşit ilmi deneyler, atomik infilaklar ve neticede hasıl olan süper kahramanlar nesli var.
Tabii dünyayı ele geçirmek ihtirasındaki süper-kötü adamı da ihmal etmeyelim. Bu rolde adeta devleşen Suat Güneş’i gözümüz bir yerden ısırıyor ama nereden?
İtiraf edelim, bu kadar üsluptan üsluba sıçrayan bir filme ya bir kaçık ya da bir dahi cesaret edebilirdi. Ahben Sonel’in kaçık olmadığı aşikâr. Kulağa çılgınca gelebilir ama ne yaptığını bilen bir rejisörden bahsediyoruz.
Geçenlerde yaşadığı bir dizi skandalla zor durumda kalan aktör Boğaç Boray başarılı bir kompozisyon çizmiş. Kendisi salon adamından süperkahramanlığa natürellik içinde geçiş yapabiliyor. Bilhassa fiziki mutasyona maruz kaldığı sahnelerde takdire şayan!
Boray’a başrolde eşlik eden Arzu Yıldız hakkındaysa, ne yalan söyleyelim bazı tereddütlerimiz vardı. Öyle ya, sinema tarihi başrole prodüktörün eşi kontenjanından yükselip sükut-u hayal yaratmış esas kızlarla dolu. Ne mutlu ki Arzu Yıldız bizi mahçup etti. Sadece romans faslı değil, aksiyon sahnelerindeki performansıyla da. Bizden sinema camiasına tavsiye, böyle uçan tekme atan bir aktristle münakaşa etmesinler!
Sektörümüzün başarılı reji asistanlarından Tuna Kaplan’ın aksesuar-efekt uzmanı Ejder Kaplan’ın kızı olduğunu biliyor muydunuz? İşte bu filmde öğrenmiş olacaksınız. Nasıl mı? Aman sürprizi bozmayalım. “Şahikalar”ın aynı zamanda unutulmaz Meral Sonel’in geri dönüş filmi olduğunu çıtlatalım sadece. Zeki Süzen imzalı kostümler de epey iddialı.
Peki tenkit edilecek yan hiç mi yok? Tabii ki var. Senaryo maalesef 1977’de yazılmş olmanın zaaflarını taşıyor. Prodüksiyon ve efektler sık sık müsamahamıza sığınıyor. Melodramla fantezi arasında kurulan denge bilhassa son yirmi dakikada Ahben Sonel’in mesaj verme kaygısından ötürü bozuluyor. Bereket versin filmin aurası sağlam.
Ahben Sonel köprünün altından akan sularla boğuşa boğuşa çekmiş “Şahikalar-Kötülüğün Sonu”nu. Bu da filmin hem gücünü hem de zaafını teşkil ediyor.
Bu arada, kulaktan kulağa yayılan yeni bir rivayete göre, “Şahikalar”ın 37 yıl sonra günışığına çıkması da hayli maceralı olmuş. Belki günün birinde başka bir rejisör de çıkıp bunun filmini yapar. Belli mi olur?