30 Mart 2014 Pazar

Duymak istediklerimiz ve gerçekler

“Büyük” gazetelerdeki “süper” muhalif yazarların faydaları saymakla bitmez.

Bizi neredeyse bizden iyi tanıdıklarından, genellikle duymak istediklerimizi yazarlar her gün.
Zaten süpermuhaliflik, okurun o gün ne duymak istediğini önceden tahmin edip söylemek sanatıdır. Gerçeğe uysa da uymasa da.

Biz de bunu en iyi yapanı baştacı eder, yazısını eşle dostla paylaşırız.
Sonra da tatmine ulaşmış, gururumuz okşanmış şekilde devam ederiz hayata.

Yazarımız bizim kanaat önderimiz, bizler de onun akıllı ve seçkin okurlarıyızdır.
Sayımız az değildir ha! Bazı imza günlerinde kuyruk kilometreyi bulur!

Ama gel gör ki memleketin halinde değişiklik olmaz. Seçimi yine AKP kazanır.
Çünkü duymak istediklerimizle gerçekler arasında, görmek istemediğimiz bazı “küçük” farklar vardır.

Mesela, süpermuhalif yazarlar halkın “göbeğini kaşıyan adam” ya da “bidon kafalı” olduğunu söyler bize.
Bunu duymak bizi rahatlatır. Hatayı kendimizde aramak zahmetinden kurtarır çünkü.

Aksi takdirde maazallah, millete yıllardır doğru düzgün vizyon, proje, reform ya da vaat sunamadığımızı kabullenmek zorunda kalırız.
Ya da mevcut iktidarın gül gibi memleketi batırdığını ve mahvettiğini yazarlar. 

Bunu duyunca da 90’larda Türkiye’nin ne halde olduğunu hatırlamaktan kurtuluruz. Tansu Çiller’i, Mesut Yılmaz’ı, Susurluk’u falan...
Sonra “mücadelenin dincilerle laikler arasında geçtiğini” söylerler hep.

Bu da dünyadaki tek gerçek ayrımın zenginle gariban arasındaki olduğuna uyanmamız riskini sıfırlar.
Kürt sorununun ancak silah yoluyla çözülebileceğini fısıldarlar satır aralarında.

Bu bize kendimizi üstün ırk gibi hissettirir. Üstelik yalnız olmadığımızı görüp seviniriz.
Süpermuhalif yazarlar için “müşteri memnuniyeti” esastır. AKP tabanının ya da Kürtlerin zaten müşterileri olmadığını bilirler.

Yani iktidarı sahiden değiştirmek için oyu ve gönlü kazanılması gerekenlerin.
Bu sebeple de o vatandaşlara söyleyecek sözleri, uzanacak gönülleri, verecek fikirleri yoktur.

Onların işi, bizi bu yazıdakiler gibi “rahatsız edici” fikirlerden uzakta, huzurlu tutmaktır.

Sonuçta yazarımız süper, AKP iktidar, biz de Matrix filmindeki “mavi hapı” almış halde uykuda kalmaya devam ederiz.
Alan memnun-satan memnun, el ne karışır?
Aydınlık; 31 Mart 2014 

 

27 Mart 2014 Perşembe

Seni bu havalar bile mahvedemezse


Gün olur, güzel havalar bile mahvedemez insanı.

Mesela perşembedir, hayatın yükü omuzlarına cebren ve hile ile çökmüştür yine.

Birbirine dolanmış seçim ve geçim dertleri kalbine batmaktadır, cam parçaları misali.

Girilecek toplantılar, son ödeme günleri, tapeler, çözümsüzlükler vardır.

Herkes kendi derdine düşmüştür etrafta. Halinden anlayacak kimse yok gibidir. “Beni bu güzel havalar mahvetti, böyle günde âşık oldum” diyen Orhan Veli sanki Çince konuşmaktadır.

O zaman kapat gözlerini. Baharla erimiş kar sularıyla sürüklenen bir dal parçası olduğunu düşün.
“Ben olmuşum dal parçası!”” deme.

Meşgulsün, bliyorum. Sadece birkaç saniye.

Düşün ki senden bağımsız bir kozmik akışta, dış kapının mandalısın. Gezegen uğultuyla dönüyor.

Sen olsan da olmasan da, dışarıda şu bahar var. Tek yapman gereken, azıcık mahvetmesine izin vermek.
Bütün tersanelerine girsin, ordularını dağıtsın, kalelerini zapt etsin. Çünkü savaşarak geçirdiğin şu hayatta bir şeyin olsun seni mahvetmesi şart.

Bir şeyin zırhını delip kalbine ulaşması lazım. Yara izlerinden ve geçmiş kışlardan yapılmış zırhını.
Bir sesin seni çağırması, bir görüntünün gözünü alması, biir kokunun burun direğini sızlatması...

Yoksa Allah korusun, hiçbİr şeyin mahvedemediği bir yenilmez savaşçıya dönüşeceksin!
Zırhın daha da kalınlaşacak, kılıcın daha da keskinleşecek, mızrağın daha da sivrilecek.

Biliyorum... Uzun ve zorlu bir kış geçirdin.

Kar demeden, tipi demeden her gün savaştın kendin ve yakınların için. Onları kar canavarlarından korudun, ejderhaları evinden uzak tuttun, buz kesmiş ellerinle yiyecek taşıdın.
Mahvolmaktan çok korktun. Kim bilir ne çok ayazda kaldı kalbin.

Ama bari şimdi as zırhını duvara ve yenilmez olmaya ara ver. Bırak hiç olmazsa şu bahar seni yensin.

Çıkar bak çocukluk resmine. Bakalım güzel havaların bile yenemediği bir savaşçıya benzetecek misin.

İzin vermezsen, sana dokunamadan geçip gidecek bahar. Sondan kaçıncı bahar olduğunu bilemeyeceksin.
Sana demiyorum ki Orhan Veli gibi istifa et evkaftaki memuriyetinden. Tütüne alış. Eve ekmekle su götürmeyi unut. Son anda uyaracak birileri çıkar nasılsa.

Ama bırak biraz mahvetsin seni bu güzel havalar. Sen bunu çoktan hak ettin.

t.k.

 

 

 

 

 

 

 




 

26 Mart 2014 Çarşamba

Kapıdaki asıl seçim


Tiyatrocu bir arkadaş isyan etti. “İki saattir oturmuş siyaset konuşuyoruz. Siyasetçiler iki dakika tiyatro konuşuyor mu!”
Düşündüm, haklı valla. Konuşacak o kadar konu varken bütün akşamımızı yemiş siyaset.

Güya dertleşmek için buluşmuştuk. Fani dertlerimize beraber çare arayacaktık. Oysa memleketi kurtarmaktan birbirimizi kurtaramadık yine.

Her yerde durum aynı. Otobüste, takside, berberde, tribünde... Sanırsın siyasetten başka konu yok. Herkes memleketi kurtarmak derdinde.

Sosyal medyada ilgisiz bir şey bile paylaşsan altına siyasi yorum döşeyen çıkıyor illa ki.
Üstelik bunu yapanın militan falan olmadığı belli. Sade, sıradan vatandaşlar.

Futbola bakıyorsun siyaset, sanata bakıyorsun siyaset, şehir planlamasına bakıyorsun siyaset... Ufukta seçim olsa da olmasa da siyaset.

“Sağlıklı” bir toplumda siyasetin kendini bu kadar hissettirmemesi gerek.

Hekimler der ya “Eğer bir organın varlığını hissediyorsan o organ hasta demektir” diye, işte o hesap.

Sağlıksız siyaset daha çok hissettiriyor kendini. Bünyeye metastaz yapıp bütün hayatı kaplıyor. Onun dışında hiçbir şey konuşmaz, düşünmez hale geliyoruz.

Hızımızı alamayınca da başlıyoruz komplo teorilerinin derinliklerinde yitip gitmeye.
Sonuçta memleketi kurtarmaktan birbirimizi kurtarmaya halimiz kalmıyor.

İnsanların birbirini kurtarmadığı bir toplum maneviyat krizi geçiriyor demektir.

“Maneviyat” dediğimiz dinden ibaret değil. Vefa, diğerkâmlık, çevre duyarlığı, vatan sevgisi, empati de maneviyat.

Başkasının mutluluğuyla mutlu olabilmek. Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamak...

İnsanlara gönül bağlarını göstermek, onları birbirinin halinden anlar kılmak...

Hayatta paradan ve iktidardan daha önemli şeyler olduğunu hatırlatmak birbirine.

Nihayetinde yürek dayanışması içinde, sağlıklı bir millet olmak.
Bizse aşırı maddiyatçı hale gelmiş bir toplumuz. Birbirimizin fiyatını gayet iyi biliyor ama değerini asla bilmiyoruz.

Bu yüzden de gözümüz artık siyasetten ve onun illüzyonlarından başka bir şey görmüyor.

Pazar günü hangi tiyatro oynarsa oynasın kalbi temiz tutmak ya da tutmamak. İşte kapımızdaki seçim.

t.k.

 

13 Mart 2014 Perşembe

Sosyal medya ve mantık bombası


“’Mantık Bombası’nın etkin olarak çalıştığı alan Sosyal Medya... Bir çeşit dijital  bomba da diyebiliriz buna."
Toplantıyı yöneten adam Owen’ı tepeden tırnağa süzdü.
“Çok yenilikçi bir kavrama benziyor. Bizim Revoluton In Military Affairs projemiz aklıma geldi. Başarısız olmuştuk. Yeni kavramlar o nedenle bende biraz şüphe uyandırıyor Bay Owen.”
“Haklısınız, haklısınız efendim, ama merak etmeyin. Biraz sabır lütfen, şimdi anlayacaksınız.”
“Peki, devam edin.”
Aslında prensip çok basit. Yöntem şöyle işliyor: Sosyal medyada iki taraf oluşması sağlanıyor. Yalnız önemli nokta şu, bu iki tarafın ortaya çıkma prensibini kontrol ediyoruz. Eğer taraflardan birisini tamamen akıldışı bir söyleme itebilirsek, ortaya bir mantık vakumu çıkıyor. Bu vakum, mantıklı insanlardan oluşan tarafın sinirlerini bozarak onları da mantıksızlık alanına çekiyor. Böylece ortamı; mantıklı insanların iletişimde olduğu sosyal medya ile rakiplerinin kapatılıp dövüştürüldüğü bir çeşit kolezyuma çeviriyoruz. Tabi ki sonuç çatışma oluyor... En azından teorimiz bunun olması gerektiğini söylüyor.”
Burak Turna, 1909 İstanbul Düştü, s. 235-236, Yazıgen Yayıncılık, 2014




8 Mart 2014 Cumartesi

8 Mart insanın kendine yakışanı giymesidir

Siz bu satırları okurken, el kadar bir Hintli kız, en “cool” spor ayakkabı markasına kauçuk taban üretiyor olacak.

Bugünün “kadınlar günü” olduğunu falan bilmeden. Kendinin “kadın” olduğunu bile bilmeden.

Londra’daki berbat  atölyede Bayburtlu Meryem, günün birinde Thames kıyısına gidip keyif yapmayı hayal edecek.

Amerika’nın göbeğindeki fabrikada fasonda çalışan Nikky, gece vardiyasından kaçmasınlar diye işveren kapıları kilitlediği için yanarak ölen kızları düşünmemeye çalışacak.   

“Trendy” bir markanın Haiti’deki tesislerinde haftada 20 dolara ter döken Maria, bugün 20 yaşına girdiğini unutacak.

El Salvador’da “11 kişiyle aynı odayı paylaşıyorum ve yaşam savaşı veriyorum. Ölmek istemiyorum!” diye başkaldıran işçiye patronu “Ben de bir kadın olarak var olma savaşı veriyorum. Allah’ın cezası ne istiyorsun!” diye gürleyecek.

İsveçli Ingrid, yeni kazağını diken kendi yaşındaki Çinli kızın günde 13 saat çalıştığını hiçbir zaman bilemeyecek.
Tıpkı sevgilisine “kadınlar günü hediyesi” alan Ankaralı gencin o ayakkabının düğmelerini basan saz benizli Koreli kızı bilemeyecek olması gibi.

Siz bu satırları okurken havasız ve yoksul atölyelerde solgun yüzlü her yaştan kadın, harıl harıl mal yetiştirmeye çalışacak.
Magazin eklerindeki moda sayfalarında görüp bayılacağımız malları...

“Ne yapalım yani?” derseniz, çözüm basit: Bugünün gerçek adının “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olduğunu hatırlayalım yeter.
Hatırlamazsak, bugün fason bir gün haline  gelir ve kutladığımıza değmez. Hatırlarsak, o kadınlara selam etmiş oluruz. Kulaklarıyla olmasa da gönülleriyle duyarlar.

t.k. 2011

6 Mart 2014 Perşembe

Sosyal medyadaki hayalet

Tam şu anda, sen bu yazıyı okurken, etrafında bir hayalet dolaşıyor.

Muhtemelen arkanda durmuş bu yazıya bakıyor. Belki de ekrandan seni izliyor. Merak etme, hayalet olmasına hayalet ama korkunç değil. Hatta görsen hayran olursun.

Ama bu zararsız olduğu anlamına gelmiyor. Tam aksine, hiç tahmin edemeyeceğin kadar tehlikeli.

İnanmıyor olabilirsin. Bir zamanlar zavallı Ekho da inanmamıştı.

Çok güzel bir peri kızıydı Ekho. Herkesi kendine âşık etmesiyle meşhurdu. Tabii ki onunla karşılaşana kadar. Onun güzelliğiyle büyülenip aşkından solana, hastalanıp ölene kadar!

Kemikleri dağlardaki kayalara, sesi de o kayalarda yankılanan ekoya dönüşene kadar.

Ekho’nun başına gelenler tanrıları çok kızdırdı. Cezalandırmak için hayalete kendi yüzünü gösterdiler bir su kenarında.

Hayalet o kadar hayran oldu ki kendi yüzünün yansımasına, biraz içmek için geldiği suyun kenarında kilitlendi kaldı.

Kendi profiline duyduğu aşk onu da Ekho gibi sararıp soldurdu, can verdirdi sonunda. Öldükten sonra da bildiğimiz Nergis çiçeğine dönüştü.

O çiçeğin içinde binlerce yıl sabırla bekledi tekrar ortaya çıkacağı günü.

Ne zaman ki “sosyal medya” icat oldu, o zaman anladı beklediği günün geldiğini. Nergis çiçeğine saklanmış hayalet usulca otaya çıktı. Sosyal medya onun dünyaya yayılması için bulunmaz bir fırsattı.

Bugün sabahları ilk iş Facebook profiline bakanlar, onun yüzüyle karşılaşıyor farkında olmasalar da.

Geceleri üç-beş tweet daha atmak uğruna uykusuz kalanlar hep onun etkisi altında.

Tıpkı onun sudaki yansımasına baktığı gibi bakıyorlar instagrama koydukları “selfie” fotoğraflarına. Büyülenmiş gibi ve gözlerini alamayarak.

Saatlerin, günlerin, hatta ayların nasıl geçtiğini anlamayarak.
Uyarmaya çalışanlara da resmen çıkışarak: “Ne var canım, herkes yapıyor bunu!”

Hayalet ise dijtal data transferlerinin arasında, ekrandan ekrana dolaşarak gücüne güç katıyor. Etkisi altına aldığı her yeni ruh onu biraz daha güçlü ve ölümsüz kılıyor.

Bugün sosyal medyanın yararları saymakla bitmez, amenna. Ama onunla ilişkisi bağımlılığa dönüşmüş birine rastlarsan yüzüne dikkatle bak. Vaktiyle su başında can vermiş bir gencin hayaletini görür gibi olacaksın.
 
t.k. 2012 

 

3 Mart 2014 Pazartesi

Bu millet daha iyisine layık mı?

Dünyadaki her muhalifin vereceği cevap “Bu da sorulur mu, tabii ki layık!” olur.

Hele yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmış, memleket kötü günler yaşıyorsa...

Ne de olsa muhalefetin doğasında var, millete daha iyisini vaat etmek.

Fakat dikkat ederseniz, soruda bir “tuzak” saklı. Söz konusu tuzak, “daha iyisi” sözünde.
Cevapladığın an, mevcut iktidarın da “bir miktar iyi” olduğunu “kafadan” kabul etmek zorundasın.

Öyle ya, yoksa neyin “daha iyisini” sunacaksın millete?
Ne var ki bu mantık bize ters. İktidarın herhangi bir “iyiliğinden” bahsetmek muhalefetimizde yok.

Bu yüzden de genellikle “AKP memleketi komple batırdı, biz gelip komple kurtaracağız!” deniyor.
Ne var ki iktidar olmak için oyu kazanılması gereken vatandaş pek aynı fikirde değil.

O vatandaş, AKP’nin süper bir iktidar olmasa da bazı şeyleri “başardığı” fikrinde.
Mesele burada kilitleniyor. Çünkü haksız sayılmaz. Çünkü Allah için, AKP’den önceki 10 yıl da pek iyi değildi.

Erdoğan başa geçince kendince “restorasyona” girişti. Bu arada, milletin yarısının başarılı bulduğu bazı işler yaptı.
Beğenelim ya da beğenmeyelim, durum bu. İktidar olmayı sahiden isteyen muhalefete düşen de bunu inkâr etmek değil.

Muhalefete düşen, “AKP bir şeyler yapmış olabilir ama biz daha iyisini vaat ediyoruz, çünkü sen buna layıksın!” demek.
Yani daha iyi bir vizyon, daha iyi reformlar, daha iyi projeler ve somut vaatler.

Yoksa o vatandaşa “Senin üç kez seçtiğin iktidardan bir cacık olmaz!” dersen havanı alırsın.
Haklı bile olsan kimse böyle tepeden bir bakışı kabul etmez. En fazla seninle zaten aynı fikirde olanların alkışını aldığınla kalırsın. Kendin çal kendin oyna. İktidar olmaya yetmez.

Çünkü konu insan psikolojisi. Akıllar yeniden dağıtılsa herkes gider yine kendininkini alır.
Demek ki samimiyetle vermek gerek “Biz daha iyisini yapacağız!” sözünü.

Tabii bunun için de önce bu milletin tamamının “daha iyisini hak ettiğine” sahiden inanmak gerek.
Fakat AKP seçmenine bakışımıza bakınca, işte orada bir sıkıntı var.

O vatandaşın daha iyisini hak ettiğine aslında inanmıyoruz. Onun “göbeğini kaşıdığına” falan inanıyoruz.
Bu yüzden millete daha iyisi vaat edilmiyor. Sadece ideoloji vaat ediliyor.

Sonuçta milletin yarısı bunu “satın almıyor” ve kazanan AKP oluyor. Ne diyelim, herhalde vardır herkesin bir bildiği.
 
Aydınlık, 3.3.14