30 Nisan 2014 Çarşamba

Ağlak rock meselesi

90’ların ortası, Çatalca... Balkanlı yazarların davetli olduğu bir edebiyat şenliğinin yemeğindeyiz. Müşfik bir bahar gecesi, uzun bir masa... Çeşitli Balkan lehçeleri rüzgârda birbiriyle miksleniyor.

Festivalin onur konuğu, Boşnakların baba şairi İzzet Sarayliç. Elinde şenliğin verdiği ödülle, tam karşıma oturmuş.

“Hayatımda aldığım en büyük ödül, bir Sırp faşistinin göğsümde açtığı şarapnel yarasıdır!” diyor.

Rakılar içilince, türkü faslına geçiliyor. İzzet Sarayliç kalın, tok sesiyle gür bir Boşnak türküsü patlatıyor. Hep beraber alkışlıyoruz. Ama sıra Türklere geldiğinde, dinlerken yüzünü buruşturuyor üstat. Gözlerinde memnuniyetsiz bir ifade.

Sonra başlıyor bizim türkülerle dalga geçmeye; yüzü ağlamaklı, komik bir şekide inleyen bir adamı canlandırarak. Ege, Karadeniz, Doğu Anadolu... Hangi yöreden söylesek değişmiyor tepkisi. Belli ki türkülerimizi fazla “slow” buluyor.

Yıllar içinde başka yabancı arkadaşlarda da gördüm aynı tepkiyi. Türkü hayranı biri olarak üzgünüm ama gerçek bu. En isyankâr türküsünde bile efkârlı görünen bir milletiz.

Fakat konu rock gibi “ithal” bir tür olunca, işler biraz karışıyor işte. Ortaya ilginç durumlar çıkıyor. “Tepkisel” ve “eyvallahsız” takılmak üzere doğmuş bir müziğe ağlamaklılık pek olmuyor çünkü.
Nitekim müzik camiamızda bu “Ağlak rock” meselesi yıllardır tartışılır durur. Geçenlerde medyada ayyuka çıktı. Mor ve Ötesi’nin solisti Harun Tekin ile Zakkum’un bateristi Cem Senyücel başladılar polemiğe. İkisi de esaslı müzisyen, malum.

Harun dostumuz diyor ki: “Rockcu dediğin sadece aşktan sevdadan bahsetmez, başka konularda da şarkı söyler.” Cem dostumuzun ise kendini savunmak için söylediği ilginç. “Bizim hiçbir albümümüzde ‘aşk’ kelimesi geçmiyor!”

Galiba mesele tavır meselesi. Rock’u rock yapan ele aldığı konulardan çok o konuları ifade ediş şekli. Sonuçta bir marşı ağlamaklı şekilde söylemek mümkün olduğu gibi, bir aşk şarkısıyla isyan rüzgârları estirmek de mümkün. Pek rockcu sayılmazlar ama Yıldız Tilbe ve Ahmet Kaya bunu yıllarca gayet güzel yaptı mesela.

Yine de “Yandım-bittim-mahvoldum” makamını seven bir millet olduğumuz içindir ki, ağlamaklı şarkıları daha kolay benimsiyoruz. Mağdur görünen, kader kurbanı olduğunu söyleyen simaları daha çabuk basıyoruz toplumsal bağrımıza; sanatta da, siyasette de. Sonuçta rock müzisyenine iki yol kalıyor: Harbi rock yapıp marjinal kalmayı göze almak ya da ufaktan Sezen Aksu’ya bağlamak.

İzzet Sarayliç belki hayatında hiç rock dinlememişti ama ruhen gerçek bir rockcuydu. Şarapnel yarasıyla, dobralığıyla, delikanlılığıyla... Belki de mesele burada.
 
Aydınlık, 30 Nisan 2014

 

  

 

 

 

 

23 Nisan 2014 Çarşamba

Çocuklarımızı bekleyen gelecek

Bizim çocukluğumuzda, gelecekte geçen bilim-kurgu öyküleri, filmler, çizgi-romanlar vardı.

1999, 2002 ya da 2009 gibi, o vakitler çok uçuk görünen tarihlerde geçerdi olaylar.

Bazıları iyimserdi: Uçan otomobillerden, uzay ve zaman yolculuklarından, telepatiden bahsederdi.

Bazıları ise kötümserdi: Nükleer savaşlarla, yıkımla, teknolojiye esir düşmüş insanoğlunun barbarlığıyla doluydu. 
Bilemezdik bizi bekleyen geleceğin cennet mi yoksa cehennem mi olduğunu.
Yine de heyecanlanırdık ama. Sorsanız Jüpiter’e ışınlanmaya da Nükleer Savaşa da hazırdık!
Sanki Mr. Spock, Mad Max, Kaptan Koenig ve Marty McFly mahalleden kankamız!

Fakat büyüdüğümüzde o filmlerde hayal edilenlerin hemen hiçbiri gerçekleşmedi. Uçan arabalar petrol lobisine, uzay yolculukları Reagan’ın “Yıldız Savaşları” projesine, robotlar da para babalarının Asyalı çocuk işçi çalıştırma arzusuna yenik düştü.
ABD ise SSCB’yi atom bombası yerine reklam sektörünün gücüyle yenmeyi başardı.
McDonald’s yiyip Levi’s giymek arzusuyla çıldıran Ruslar birkaç yıl içinde yıkıverdiler demir perdeyi.

Fakat bu bilim-kurgu enkazının altından, çocukluğumuzun filmlerinde olmayan bir şey çıktı: İnternet.

Üstelik o filmlerde hayal edilip de gerçekleşmeyen her şey bugünün internetinde karşılığını buluyor.
Mucizenin de barbarlığın da daniskası her gün binlerce kez transfer oluyor ekrandan ekrana.

Sanal dünyada yaşanan, ancak nükleer savaş sonrasında görülebilecek bir kaos ortamı.

Çünkü insanoğlu, doymak bilmez bir para ve güç şehvetiyle kafayı yemiş durumda.  
Uzay boşluğunda dönen minnacık bir taş parçasının üstünde birbirini gaza getirip duruyor.

İşin tuhafı, bu maneviyat krizi en çok “muhafazakâr” siyasetçilerin yönettiği yerlerde hissettiriyor kendini.

İşte tarihin böyle ilginç bir anında kutluyoruz, Atatürk’ün çocuklarımıza hediyesi 23 Nisan’ı. Evlatlarımızı büyütüyor, bir taraftan da onları bekleyen geleceği tahmin etmeye çalışıyoruz.

Oğlum geçenlerde sordu. “Eğer zaman makinesi gelecekte icat edilecekse bugün de var sayılır, değil mi? O zaman neden günümüze gelmiyorlar?”

Ne cevap vereceğimi bilemedim. Belki de zaman turistleri günümüzü para verip gitmeye değer bulmuyordur. Olamaz mı?

Aydınlık, 23 Nisan 2014

14 Nisan 2014 Pazartesi

Kerim'in bisikleti


Eski yüzyılın sonları... Kerim Ökten Yeni Yüzyıl’da fotoğrafçı. Biz de Beyoğlu’ndaki Sappho’da çalıyoruz.

Mavi bir dağ bisikleti var Kerim’in. Tatlı bir şey. Her uğradığımda içimi gıcıklıyor. Sonunda dayanamayıp “versene birkaç günlüğüne” diyorum. Sağ olsun kırmıyor, emanet ediyor emektarı.
Zaten o kadar meşgul ki, bisiklete binecek vakti yok. Arazi tipi aracıyla koşturuyor haberden habere.

Alıyorum bisikleti bir heves. Niyetim ertesi gün sahile gidip binmek. Çocukluğumdan beri yapmamışım. Eve dönmeden, başka bir arkadaşıma uğruyorum. Emaneti yaslıyorum dış kapının mandalına.

Birkaç saat sonra çıktığımda ne göreyim: Kerim’in bisikletinin yerinde resmen yeller esiyor!
Nispetiye Caddesi’nin ortasındaki apartmanın birinci katından, güpegündüz yürütmüşler!

Birkaç günlük arama-taramadan sonra, çaresiz gidip itiraf ediyorum. “Senin bisikleti çaldırdım birader.”
Aybige ile bir süredir sevgililer. Gençliğimizin ruhani merkezlerinden olan baba evlerinde Ümit Amca ve Ayşenur Teyze de var. Topluca “zaten çaldırmasan şaşardık!” der gibi bakıyorlar yüzüme. Ümit Amca dalgınlığımla inceden dalga geçiyor.

Ama Kerim seviyordu o bisikleti. En derin utançlarımdan birini yaşıyorum. Yenisini almayı teklif ediyorum.

Gerçi o zamanlar benim açımdan bisikletle helikopter arasında fiyat farkı yok. Müzikten kazandığım o kadar az.
Nitekim Kerim acısını içine gömüp gülümsüyor. “Boş ver lan, 40’larımıza geldiğimizde alırsın.”

Arkadaşımın kalenderliği daha da eziyor beni. Yine de soruyorum. “Emin misin?” 
“Evet... Hem o zamana kıçlarımız garanti kocaman olur. Eritmek için Belgrad Ormanı’nda pedal çeviririz.”

Sonra büyük aşkı Aybige’yle evlenip Londra’ya yerleşiyorlar. Kerim Ökten adı fotoğrafçılıkta dünya markasına dönüşüyor. Ancak yıllar sonra kesin dönüş yapıyorlar yurda.
Benimse 40’ıma geldiğimden beri aklımda bir senaryo: Bir akşam çalacağım kapılarını. Açtıklarında fiyonk bağlanmış bir bisiklet görecekler. Sonra çıkacağım karşılarına; 15 yıllık sözü yerine getirmenin haklı gururuyla.

Bugün-yarın derken, lise arkadaşımız Umut Aral arıyor. Sesi ağlamaklı. “Sorma, Kerim Abi’yi kaybettik!”
Motosikletiyle tatile giderken Çanakkale yakınlarında üzerine yıldırım düşmüş. Hastanede kurtaramamışlar.

Aklımda Çanakkale’ye gidişlerimiz... Bizi şafak vakti uyandırıp kahvaltılık incir toplamaya yollayan Ümit Amca...
Haberler Kerim’in ne baba fotoğrafçı, Türkiye’nin gururu olduğundan bahsediyor. Gazetelerin birinde motosikletinin resmi. Siyah, sağlam bir makine. Feci kazaya rağmen fazla dağılmamış.

Bizse motosikletler gibi değiliz. Dağılıyor, parçalanıyor, lime lime oluyoruz. Düşecek son yıldırımla, mavi bir bisiklet gibi yitip gidene kadar.

t.k.  

 

 

2 Nisan 2014 Çarşamba

Bir genci nasıl öldürdüm

Geçenlerde doğum günümdü. Sade ve olaysız bir şekilde girdim 41. yaşıma.

Tam da o gün, “bir kısım” medyanın bir yazıma cevabı, hakkımda yalan haber yazmak olmuş.

Hay bin kunduz! Kim bilir yine hangi zülfiyâre dokunduk!

Duyunca daldım gittim maziye. Aklıma bir zamanlar yaşamış bir genç geldi.

2000’ler tüm Türkiye ile beraber kültür-sanat dünyamızın da yeniden formatlandığı yıllardı, malum.
Rejim değiştiren her iktidar gibi, kendi destekledikleri yazarları en tepeye çıkarmaya hazırlanıyorlardı.

Fakat karşılarında gözlüklü bir genç buldular. Kel alaka bir tip. İki küçük roman yazmış, her nasılsa o yılın en çok okunanı olmuş.
Saçma bir durumdu doğrusu. Lanet olasıcanın orada olması kimsenin planı değildi.

Genç adam da nerede olduğunun farkında değildi. Romantik, hülyalı, az buçuk da salak biriydi.
Başarısının şaşkınlığını yaşıyor, el yordamıyla bir şeylere tutunmaya çalışıyordu.

Görmediği ise, hasbelkader bir büyük gücün ayağına dolandığı, sistemde “kıymık” yarattığı idi.
Kahraman falan değildi... Üzerine neyin geldiğini görse muhtemelen kenara çekilir; “büyüklerine” kendiliğinden verirdi yol.

Zaten orada olması da kaderin bir cilvesi, kahrolası bir yanlış anlamaydı.
Ama bedelini ağır ödedi. Çok fazla yaralandı, itilip kakıldı, ayaklar altında kaldı.

Kolay hedefti çünkü; başına gelenlerin asıl sebebine uyanıp ortadan kaybolacak zekâdan ve olgunluktan yoksundu.
Sonunda can havliyle önce roman yazmayı bıraktığını açıkladı, ardından ilk fırsatta kaçtı gitti uzaklara.

Birkaç yıl sonra geri döndüğünde, başka biri olmuştu. Artık yaşamıyordu o genç yazar.
İtiraf ediyorum, o genci ellerimle öldürdüm. Daha fazla acı çekmesine gönlüm razı olmadı.

Öldürmesem de çok yaşamazdı. Kendi cahilliğinin ve kahrolası yalnızlığının kurbanı olmuştu çoktan.
Romantik ve aptal bir gençti, evet. Yine de onu zaman zaman özlüyorum.

Bir onun resmine bakıyorum bir de aynadaki adama. Aradaki fark biraz keder veriyor.
Aynada ışın kılıcı elinde, feleğin çemberinden geçmiş bir adam var. Belki cahil ve yalnız değil; ama artık genç de değil.   

 
Aydınlık; 2 Nisan 2014