15 Aralık 2013 Pazar

Kumdan Kaleler ve Atlas

“Atlas’ın albümünü dinlerken Kumdan Kaleler’i hatırlıyorum” diyor mektubunda. “Eski bir tanıdık gibi. Farkları ve benzerlikleri yakalamaya çalışarak.”
Kendisi bizim kuşaktan. Şimdi uzaklara savrulmuş olsa da gençliğini bizimle aynı yerlerde, aynı duygularla geçirmiş. Denize doğru kurulan kumdan kalelerle…
Şahsen tanışmıyoruz ama tanıdık sayılırız: Aynı sokaklarda dolaşmış, aynı vapurları beklemiş, aynı trenleri kaçırmışız…
Ne zaman kitabım çıksa mektup yazar, duygu ve düşüncelerini harbi harbi anlatır; kanaati ne olursa olsun ahbaplığımız bozulmaz.
Şimdi de yeni grubumuz Atlas’ı dinlemiş, karışık duygular içinde almış kalemi (pardon, tableti) eline. Kelimeler kelimeleri kovalamış, fikirler fikirleri.
“17 yıl arayla çıkmış iki albüm…” demiş. “İki farklı grup… Aslında karşılaştırmak haksızlık…”  
İtiraf edeyim, mektubunu okuyana kadar ben de düşünmemiştim farkları ve benzerlikleri (konu müzik olunca sözcükler yetersiz). Ama düşününce, bazı kıvılcımlar çaktı.
·        Kumdan Kaleler, 90’lı yıllardı. Üzerine yavaş yavaş karanlık çöken bir ülkede, karanlıktan korkan çocukların şarkıları… Birbirlerine cesaret vermek için sokulup söyledikleri.  Atlas ise karanlığın çoktan çöktüğü bir ülkede, korkmaktan vazgeçmiş adamlardan oluşuyor. Cesur olduklarından değil, artık korkacak bir şeyleri kalmadığından.
·        Kumdan Kaleler şarkılarını söyleyenler, yaralanmaktan korkmayan çocuklardı. Atlas’takiler ise notaları yara izlerinin üzerine kazıyan adamlar. 
·         Kumdan Kaleler şarkıları, duyguların hâlâ saygı gördüğü bir dünyaya söyleniyordu. Atlas’ın yaşadığı dünyada ise artık duygular gibi “pürüzlere” yer yok.
·        Kumdan Kaleler, vahşi bir dünyanın içindeki zarafet arayışıydı. Atlas ise böyle bir zarafetin mümkün olmadığını nihayet anlamış olmanın öfkesi.  
·        Kumdan Kaleler, 90’lı yıllarda çekilmiş ama 70’lerde geçen bir yol filmi gibiydi. Atlas ise yine 90’larda çekilmiş ama bu sefer 2010’larda geçen bir bilim-kurgu filmi. Ortak noktaları, 90’lar romantizmi.
·        Kumdan Kaleler dünyada kurtarılacak ne kaldıysa kurtarmaya çalışmaktan yanaydı. Atlas ise duman olmuş şeylere bir acı tebessüm.
·        Kumdan Kaleler acemi, çekingen, tutuktu. Usul bir sesle, rüzgâra söylerdi şarkılarını. Atlas ise girişken, atak ve kavgacı… Şarkıları karanlığın tam suratına!
·        Kumdan Kaleler, Küçük İskender şiirleriyle hısım idi. Atlas ise Ahmet Ümit romanlarıyla akraba…
·        Kumdan Kaleler, karanlığın henüz tam egemen olmadığı bir dünyada yaşadığından, dünyaya gelmesi biraz daha kolay olmuştu. Atlas ise karanlığın bağrında doğdu: Plasentayı yırtmak zorunda kalarak.
·        Kumdan Kaleler hayvan olsa, endişeli ev kedisi olurdu mesela. Atlas ise yaralı sokak köpeği…
·        Kumdan Kaleler XX. Yüzyıl grubuydu, kendini ciddiye alıyordu. Atlas ise XXI. Yüzyıl grubu. Kendini ciddiye alma konusunda hayli temkinli.
·        1990’lar ortamında Kumdan Kaleler’in doğmuş olması normaldi. 2010’lar ortamında Atlas’ın doğması ise tam anomali!
·        Kumdan Kaleler “biz büyüdük ve kirlendi dünya” dizesini takdir ederdi. Atlas ise idrak ediyor.
·        Kumdan Kaleler icabında dalgalar tarafından yıkılmak üzere kuruldu. Atlas ise o dalgalara direnmek için.

Aydınlık; 16 Aralık 2013

20 Kasım 2013 Çarşamba

Çocuk masalı

Gaz bombası kapsülüyle başından vurulduğundan beri komada olan çocuk, birden gözünü açtı.
Önce sis perdesi vardı sadece. Sonra sis dağıldı, güzel gözleri görmeye başladı. Hastane odasındaydı.
Annesi, babası, yakınları sevinçten ağladılar. Dualarını kabul eden Allah’a şükrettiler. Hemşireler birbirlerine sarılıp ağlıyordu. Koca koca doktorlar çocuklar gibi şendi.
Çocuğun uyandığını kısa zamanda duymayan kalmadı. Hastane önüne gazeteciler, göstericiler, polisler toplandı.
Televizyonlar normal yayını kesip haberi verdiler. Yorumcular yorum yaptı, köşe yazarları ahkâm kesti.
“Hadi geçmiş olsun!” diyen mesajlar geldi siyasi partilerden. Gazeteler “çocuk kefeni yırttı!” başlığıyla çıktı.
Millet sokakta halaya başladı. Özellikle büyük şehirlerde, yer yer kilometreleri bulan halay zincirleri görülür oldu.
Gece fener alayları düzenlendi. Geç saatlere kadar, renk renk havai fişekler saçıldı karanlığa.
İbrahim Tatlıses ile Şivan Perwer çocuk şerefine düet yaptı. Bu sefer onlara Candan Erçetin de katıldı.
İzmir, İstanbul ve Diyarbakır belediye başkanları hastaneye gelip çocuğa şehirlerinin anahtarını sundular.
Çocuksa anlam verememişti bu olanlara. Mahmur gözlerini kırpıştırarak sordu. “Ne zamandır uyuyorum ben?”
“228 gün oldu…” dedi annesi.
“Niye bu kadar seviniyor insanlar?”
“Sen uyandın diye.”
“Çok tuhaf” dedi çocuk ve annesinin getirdiği aynaya bir kez daha baktı. Kafatasının gaz bombası çarpan yerinde çukur vardı.
Annesi eğilip öptü o çukuru. “Zamanla geçermiş. Hiç iz kalmaz dedi doktorlar.”
Kapı çalındı. Başbakan ve ana muhalefet lideri aynı anda odaya daldı. Elleri kolları oyuncak doluydu. “Allah seni bize bağışladı, geçmiş olsun!”
Ne oluyoruz demeden, Drogba, Fernandes ve Emenike geldi. Renk renk formalarıyla çok havalıydılar! 
Çocuk şaşkınlıkla sordu annesine. “Hepsi benim için mi?”
Annesi saçını okşadı. “Sen uyurken mutsuzlukta birleşmeyi bıraktık. Mutlulukta birleşmeye karar verdik. Her güzel şeyi böyle birlikte kutluyoruz.”
Birden, o göründü. Sarışın bir kurda benziyordu. Kalabalık iki yana açıldı. Çocukla bakıştılar. Sahiden çakmak çakmaktı mavi gözleri. Muhacir şivesiyle “geçmiş olsun çocuk!” dedi.
Gaz bombası kapsülüyle başından vurulduğundan beri komada olan çocuk, birden gözünü açtı.
Başucundaki gözü yaşlı kadına gülümsedi. “Anne, bir rüya gördüm.”

Aydınlık, 20 Kasım 2013

13 Kasım 2013 Çarşamba

Gavat memat meselesi

Tam yazıya oturmuşum, hoplaya zıplaya geldi. “Baba, gavat ne demek?”
“Nereden çıktı şimdi?”
“Bakkal söylerken duydum. Söylesene ne demek?”
Düşündüm ve lafın anlamını tam bilmediğimi fark ettim. Bir baba olarak “bilmiyorum” diyemezdim tabii. Kaşlarımı çattım. “Çocukların bilmesi gereken bir şey değil!”
“Saçmalama baba, hadi söyle.”
“Oğlum izin verirsen yazı yazmaya çalışıyorum.”
“Gavat ne söyle, gideyim.”
Baktım kurtuluş yok, derin bir nefes aldım. “Hani Yıldız Savaşları’ndaki kötü adam var ya…”
“Darth Vader mi?”
“Hah. İşte ona gavat denir.”
Bir an düşündü, neyse ki cevap aklına yatmış olacak, dönüp gitti sonra. Ben de yazıya döndüm.
Fakat her şey uçup gitmişti kafamdan. Bilgisayar ekranına boş boş bakakaldım. Bari sosyal medyayı açayım dedim. Bakalım gündemde ne mevzular var.
Başbakan torununa “Ali” ismini koyacakmış. Galatasaraylıları kızdıran Fenerli şakaları yine almış yürümüş.
Nur yüzlü Mustafa Sarıgül’ün kimin adayı olduğu konusunda tartışmalar ayyuka çıkmış.
Atatürk’ü sevenlerle sevmeyenler arasında ilan savaşı başlamış. “Olmasaydın da olurduk…” demiş gavatın teki, kendi kafasında bir gazeteye verdiği ilanda.
Tam yazmaya başlayacağım, yine bitti yanımda. Bu sefer yanakları kırmızı… Ağladı ağlayacak. “Baba senin yüzünden Ada ile kavga ettik!”
“Neden?”
“Yıldız Savaşları oynuyorduk. ‘Ben Obi Wan olayım sen de gavat ol’ dedim. Bana vurdu.”
“Aferin oğlum iyi halt etmişsin.”
“Asıl sen iyi halt etmişsin! Niye söylemiyorsun gavatın gerçek anlamını?”
“Ne bileyim oğlum, ben vali miyim?” diyecek olduysam da tuttum dilimi. Garibim haklıydı aslında.
“Gel internetten bakalım” dedim.
“Gerek yok, ben annemi arayıp sordum”
“Ne dedi?”
“Gavat, oğlunun sorularına atmasyon cevap veren babalara denirmiş.”
“Eyvallah, ben de sizi seviyorum.”
“Ada ile küstük. Şimdi kimle oynıycam ben!”
Döndü arkasını, söylene söylene gitti. Ben de boş sayfayla baş başa kaldım, tarifsiz gavatlıklar içinde.  

Aydınlık; 13 Kasım 2013

11 Kasım 2013 Pazartesi

Kasım sabahı öyküsü

Sabah babasıyla kasaba çarşısında yürürken siren seslerini duydu ve korkuyla sıçradı.
Siren sesi Almanya’da da duyulurdu ama burada daha fazlaydı. Yakından, uzaktan, her yerden geliyordu.  
Sonra etraftaki bazı insanlar oldukları yerde kalakaldılar. Hiçbiri hareket etmedi.
Kimi önüne, kimi göğe, kimi de meydandaki heykele bakıyordu. Yüzlerinde gurur vardı.
Babası onlara bakıp söylendi. “Yine başladı Allah’sız kitapsızlar. Tövbe tövbe…”
“Biz de duralım mı baba?”
“Yürü! Bacağını kırarım senin!”
Kolundan tutulup sürüklenmeye başlayınca, nedense utandığını hissetti. “Ne olur biz de duralım!” diye ağlamaya başladı. “Onlar duruyor biz de duralım!”
Babası onu az ilerideki kuytuya çekti. Bastı tokadı. Yanağının acısından olmazsa belki şaşkınlıktan susar diye.
Sonra heykeli gösterip başladı anlatmaya. “Bak kızım, bunun adı Beton Mustafa. Deccalın ta kendisidir. Tek gözü de kördür. Sen sen ol ondan ve ona tapanlardan Allah’a sığın!”
“Buralar bildiğim yerlere benzemiyor baba…” diye cevapladı. “Ben Almanya’ya dönmek istiyorum!”
“Almanya artık yok. Almanya’yı unut! Artık senin yerin yurdun Allah’ın izniyle burası!”
Bu o kadar fena, öyle can yakıcı bir sözdü ki, cevap verilemezdi. Susup önüne baktı.
Aynı anda sirenler de sustu, yürümeye devam ettiler. Daha doğrusu, babası devam etti sürüklemeye.
Meydanın az ilerisinden saptılar. Sokağın sonundaki iki katlı evlerden birinin kapısını çaldılar. Çarşaflı bir kadın açtı. Buz mavisi gözlerle baktı.
“Buyrun, yukarıda sizi bekliyor…” dedi.
Bekliyordu sahiden. Başında takke, elinde tespih, gözlerinde karanlık bir ifade…
“Kaç yaşındasın?”
“On...”
“Maşallah. Maşallah.” dedi, onu baştan aşağı süzüp. “İnşallah Aralık’a kalmaz kıyarız nikâhı. İmama haber verelim. Hiç vakit kaybetmeyelim…”
Sonra babasıyla para konuşmaya başladılar. İkisi de konuşuyordu durmadan.
O ise durmak istiyordu. Gelirken gördüğü insanlar gibi, o heykelin karşısında durmak. Oradan hiç ayrılmamak… Mümkünse sonsuza dek.   

Aydınlık; 11 Kasım 2013

6 Kasım 2013 Çarşamba

Kızlı erkekli öykü

2023 yılının yağmurlu bir akşamıydı. Gece yarısı gürültüye uyandılar. Kapı yıkılırcasına çalıyordu. Ali uyku sersemi açtığında, karşısında iki polis buldu.
“Ali Öztürk sen misin?” dedi polislerin zayıf olanı. Adamın bariz bir Erzurum şivesi vardı. Şişman polisle beraber, komedi ikilisine benziyorlardı.
“Benim…” dedi Ali, hafif tırsmış halde. “Bir sorun mu vardı?”
“Bu evde kızlı erkekli kalıyormuşsunuz!” diye gürledi, şişman polis. “Ahlaksız vatan hainleri!”
“Ne… Nasıl olur?” diye kekeledi Ali. Suçlamanın ciddiyetini biliyordu. Geçen hafta fakülteden iki genç bu yüzden götürülmüş, bir daha da haber alınamamıştı.
Zayıf polis sırıttı. “Ne oldu? Rengin soldu bakıyorum.”
“Hayır, bir yanlışlık var” dedi Ali, ellerinin titremesini saklamaya çalışarak.
Şişman polis Ali’yi itti. “Çekil şöyle, arama yapıcaz!”
Duygu da uyanmış, gelip manzarayı seyretmeye başlamıştı. Şişman ve zayıf polisler girip çıkıyorlardı odalara. Aradıklarını bulamadıkları için sinirliydiler.
“Kız nerede?”
“Hangi kız?”
“Tiyatroyu bırak lan! Bak burada ne yazıyor. Evde Duygu diye biri daha varmış!”
Ali ve Duygu gülmeye başladılar. Şişman polis öfkeyle bakınca güç bela zapt ettiler kendilerini. Zayıf polis Ali’ye tokat attı. Sordu Erzurum şivesiyle. “Ne gülüyonuz lan!”
“Duygu benim abi…”
“Sen misin? Ama nasıl olur?”
“Vallahi de billahi de. İstersen kafa kâğıdıma bak.”
Yanlarına şişman polis de gelmişti. Bir Duygu’nun verdiği dijital kimlik kartına, bir de Duygu’ya baktılar. Kasklarını çıkarıp başlarını kaşıdılar. Sıkıntıyla öfleyip püflediler. Sonunda şişman olan patladı. “Duygu diye erkek ismi mi olur lan!”
“Ben çift cinsiyetli isimler yasaklanmadan önce doğmuşum memur bey. Hem o zaman…”
“Anladık, kes!” dedi şişman polis. “Demek ki yanlış anlama olmuş.”
“Bunlar zaten dindar gençlere benziyorlar amirim” dedi zayıf polis, Duygu’nun bir karış sakalına bakıp.
“Kim ihbar etmiş bunları?”
“Aşağıdaki bakkal amirim…”
“Bari gidip o lavuğu gözaltına alalım. Şimdi eli boş dönmek olmaz. Hayırlı geceler beyler!”
Polisler çıktıktan sonra Ali ve Duygu bir an baktılar birbirlerine. Sonra sarılıp uzun uzun öpüştüler. Ali, Duygu’yu yatağa sürükledi. Sevişmeye başladılar. Korktukları zaman hep böyle yaparlardı.
 
Aydınlık; 6 Kasım 2013

4 Kasım 2013 Pazartesi

Karatay hipnozu

Bugünlerde herkes sahte polislerden şikâyetçi… Sağa-sola telefon açıp milleti dolandırıyorlarmış.
“Hesabınızdan terörist örgüte para aktarılmış, bize şu kadar verin meseleyi halledelim…” şeklinde.
Elemanlar uyanık ya, parayı elden alıyorlar tabii. Maksat geride kayıt-kuyut kalmasın.
En son ünlü diyet uzmanı Profesör Canan Karatay düştü bunların ağına. Kadıncağızın 50 bin doları nanay.
“Adeta telefonda beni hipnotize edip robota dönüştürdüler” demiş, basına verdiği demeçte.
“Telefonda hipnotize etmek” artık nasıl oluyorsa… Mübarekler Mandrake gibi demek ki.  
Şaşırmayalım yine de. Aynı hipnozun bir başka türlüsünü, 80’li yıllarda gördü bu millet.
O zamanlar Karatay diyeti yoktu ama 12 Eylül rejimi vardı. Gözaltında kaybolmak sıradan olaydı.
Hatırlayan hatırlar, Nokta dergisi iddialı bir haber yaptı. Polis kılığına girmiş muhabirler, sokaktan geçenlere emir verdiler: “Tutun şu duvarı!”
Emri alıp da duvarı tutmayan pek azdı. Nokta’nın attığı başlık acı ama gerçekti. “Yeter ki emir ver, duvarı bile tutarlar!”
O yıllarda cesur bir hipnoz denemesi de üstat Ferhan Şensoy ve tiyatrosundan geldi.
Oyunlarının tanıtımı için ekipçe Nazi üniforması giyip İstiklâl Caddesi’ne çıktılar, gelene geçene kimlik sordular.
Gayet de başarılı oldular. Pek çok kişi ciddi ciddi çıkarıp gösterdi kimliğini. 
Ferhan Abi’yi üniformalı görmek vatandaşı hipnotize etmeye yetmişti. Söz konusu üniforma 1940 Almanya’sından bile olsa.
Soran olmamıştı “kimsiniz kardeşim siz?” diye. Tıpkı duvarı tutturan Nokta muhabirine sorulmadığı gibi.
Rejim karanlık rejimdi çünkü. Milletin beyni brokoliye dönmüştü. Kolayca hipnotize oluyordu insanlar.
“Neme lazım, tutayım duvarı” diyorlardı. Ya da “neme lazım, göstereyim kimliği.”
Bugünse çok şükür ileri demokrasi rejimi var. Haliyle, hipnozun da maliyeti arttı.
Öyle kimlik göstermekle ya da duvarı tutmakla kurutulamıyorsun. İlla uçlanacaksın mangırı.
Artık gönlünden ne koparsa… Koskoca Canan Karatay bile “neme lazım, vereyim 50 bin doları” demiş.
Sonra da “Arayan kişiler sizi dünyadan soyutlayarak hipnotize ediyorlar” diye konuşmuş. “Onlar ne derse yapar hale geliyorsunuz.”
Milleti bu hale getirmeyi 12 Eylül başaramamıştı. Hipnozun böylesine de, herhalde Mandrake şaşırır!

Aydınlık, 4 Kasım 2013



28 Ekim 2013 Pazartesi

Gezi zaten partiydi dostum!

Gezi Partisi kurulmuş, başına da gitarist Cem Köksal geçmiş. Vatana millete hayırlı olsun!
Demokrasi bu, dileyen kurar parti. Rusya’da Biracılar Partisi, Avustralya’da Yaşlılar Partisi, Amerika’da Vejetaryen Parti yok mu?
Bizde de Hayvan Partisi vardı. Başta ümit vaat etse de, nedense belli bir siyasi çevreyle sınırlı kaldı. Siyaset hayvancağızların umurundaymış gibi.    
Cem Köksal’ı müzisyen olarak severiz, sayarız. Alanında önemli işlere imza atmıştır. Üstadın memleketin haline dertlenmek yerine kolları sıvaması da takdire şayan.
Ama “Gezi Partisi” ismi tartışma yarattı. “Siz kim oluyorsunuz da Gezi’yi sahipleniyorsunuz!” diyen bile var.
İnsan, derdini aziz milletimize henüz tam anlatamadığını düşünüyor, yeni partinin. 
Yine de hem siyaset hem de müzik tarihimizde ilginç bir sayfa olacak, orası kesin!
Ayrıca, her geçen gün daha da iç bayıcı olan siyasi atmosfere ucundan renk getirsin razıyız.
Yoksa Gezi’nin siyasi partisi olması zaten zor. Oradaki tepki bizzat siyasetin kendisineydi.
Bakmayın şimdi ihtiyarların dediklerine, derdi özgürlük olan gençlerin düzenlediği bir partiydi Gezi.
Bir sokak partisiydi: Rengârenk, cıvıl cıvıl, muhabbet ve sevgi dolu, günlerce süren…
Davetsiz ajan ve provokatörlerin yoğun mesaisine rağmen barış içinde başlayıp bitmeye niyetli.
Bu yüzden tüm dünyada bu kadar sevildi. Gençler partileri sever. Ezelden beri böyledir.
Partinin en güzeli 68’de Prag’da verildi… 76’da Taksim’de… 89’da Pekin’de... 91’de Sofya ’da… 99’da Seattle’da… Daha dün Kahire’de…
Hepsinde de başrolde, evden partiye gider gibi çıkıp meydanları dolduran gençler, emekçiler.
Onca baskıya ve tehdide rağmen evlerine dönmek istemediler. Çünkü parti sürsün istiyorlardı.
Çünkü genç için şu dünyadaki en buruk manzaralardan biri, bitmiş bir partidir. Az önceki danslar tarih olmuştur çoktan. Garip bir yalnızlık hissidir.
Hatta “Parti bitti” diye bir şarkısı vardır Doris Day’in. Kendisinin en güzel, en hüzünlü şarkılarından…        
Hayatında parti vermemiş, kimsenin partisine takılmamış siyasetçi bu duyguyu nereden bilsin?
“Parti” deyince çoğunun aklına ancak gri takım elbise gelir. Konfetiler ve rengârenk tişörtler değil. Zaten bu yüzden anlayamadılar Gezi’deki ruhu…
Bu sebeple “Gezi Partisi” aslında süper bir kinaye… Tabii bir kinaye olduğunu unutmadığı takdirde! 

Aydınlık; 28 Ekim 2013
  


23 Ekim 2013 Çarşamba

Seçimde çare Bambolini

Kimi “Çare Sarıgül!” diyor, kimileri de Sırrı Süreyya Önder, Kadir Topbaş ya da Levent Kırca.
Herkesin kendince var sebebi. Bense çok af edersiniz, “Çare Bambolini” diyorum.
Kimdir Bambolini? 1969 tarihli “Kasabanın Sırrı” filmindeki Santa Vittoria kasabasının belediye başkanı.
Kendisini Anthony Quinn canlandırır. Hani şu bizim “Çağrı”daki Hazreti Hamza. 

Savaşın en zalim günlerinde, İtalyan kasabasına Nazilerin geleceği duyulunca, asıl belediye başkanı aynen arazi olur. Bambolini’yi zorla başkan yaparlar.
“Zaten bir halta yaramıyor, en kötüsü Naziler öldürür de kurtuluruz!” hesabı.
O sırada yine sarhoş olduğundan, ihalenin üstüne kaldığını anlamaz bile Bambolini.
Ayılıp durumu fark edince tüyecek olur. Sonra bakar millet kan ağlıyor, kolları sıvayıp başlar ciddi ciddi çalışmaya.
Zavallı siyasetten o kadar habersizdir ki, biraz öğrenebilmek için gece gündüz Makyavel okur.
Ama sonunda siyaseti falan boş verip dev bir hizmette bulunur kasabaya. Ahalinin tek geçim kaynağı olan şarapları, becerikli bir planla Nazilerden kurtarır.
O artık kahramandır, çünkü ahaliye somut, elle tutulur bir vaatte bulunmuş ve bunu yerine getirmiştir.
O kadar Makyavel okumasına rağmen siyasi takılmamış, milletin şarabını yani ekmeğini kurtarmıştır.
İstanbul’un ve memleketin haline bakılırsa, yerel seçimde bize de lazım bir Bambolini.
Millete ideolojiden çok somut şeyler vaat edecek ve bunları yerine getirecek bir vatandaş.
Bakınız bu mevzuda iki değerli eser. Biri tarihçi Sinan Meydan’ın “Akl-ı Kemal: Atatürk’ün Akıllı Projeleri” adlı kitabı.   
Diğer kitapsa reklamcı-yazar Ateş İlyas Başsoy’a ait. “AKP Neden Kazanır / CHP Neden Kaybeder.”
İkisini de okuyunca insan aynı gerçeğe varıyor. “Biz milletçe ancak somut icraata prim veririz.”
“Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” dizesi bu yüzden vardır 10. Yıl Marşı’nda.
Şimdi muhalefet “Ey vatan, gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz!” marşında. Güzel ama seçim kazanmaya yetmeyebilir.
Bunun için sanki iktidarın sunduklarından daha iyi projeler sunmak lazım. Daha somut, daha becerikli, daha yararlı, daha hayati işler.
“Hele iktidarı devirelim, gerisi kolay” demek, siyasetten Bambolini kadar anlayan vatandaşa uzak gelebilir.  
Sonra millet şu Müslüman haliyle sorar sandık başında. “Şarapları kim kurtaracak?”

Aydınlık, 23 Ekim 2013 


21 Ekim 2013 Pazartesi

ODTÜ Başbakan'ın izinde

Başbakan Erdoğan, Nisan’da İstanbul’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Ormancılık Forumu’nun açılışında, dünyanın dört bir yanından gelen konuklara Kızılderili atasözüyle seslendi.
“Bütün ağaçlar kesildiğinde, bütün hayvanlar avlandığında, bütün sular kirlendiğinde, işte o zaman paranın yenilebilir bir şey olmadığını anlayacaksınız!”
Sonra da şöyle dedi. “Dünya hızla ve hırsla tüketilmeye devam ederse, nefes alacak hava, içecek bir damla su kalmayacak!”
Diyelim forumdaki o binlerce yabancı konuktan birinin adı Bay Ceronimo olsun…
ODTÜ’deki ağaçların kesilmesine canla başla direnen kitleleri görse herhalde şöyle düşünür Bay Ceronimo. “Vay be! Demek ki Türkiye halkı liderine bu kadar bağlı!”
Hele aynı konuşmanın devamını hatırlasa, muhtemelen bu konuda hiçbir kuşkusu kalmaz.
“Biz sadece gövde taşıyan, gövdesinin üzerinde kafa, o kafanın içinde beyin taşıyan fizyolojik varlıklar değiliz. Biz kalp taşıyoruz, ruh taşıyoruz, vicdan taşıyoruz.”
Nitekim Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ODTÜ’ye bir bayram gecesi, çevik kuvvet eşliğinde dalıp binlerce ağacı kesmesinin ardından, eylemler başladı.
“Kalp taşıyan, ruh taşıyan, vicdan taşıyan” eylemciler, olayın hukuksuzluğuna dikkat çektiler.
ODTÜ Öğretim Üyesi Tarık Şengül “Bir gece yarısı baskınıyla ve yangından mal kaçırırcasına ağaçları yok ediyorlar!” diye isyan etti.
Belediyenin “Yok canım ne yok etmesi, nakledeceğiz biz o ağaçları…” açıklamasına ise cevap rektörden geldi. “Yol projesinden 3 bin ağaç etkileniyor. Bunların ancak 600 tanesi nakledilebilir.”
ODTÜ Mezunları Derneği Başkanı Hikmet Şahin de “Bu gece burada bir hukuksuzluk yaşıyoruz” dedi. “Hiçbir bildirim, uyarı olmadan bütün çitlerimizi, ağaçlarımızı dozerlerle yıktılar.”
Bay Ceronimo ister istemez düşünecek. “Yahu Erdoğan ne şanslı bir lider. Ülkesinin en süper üniversitesi bile onun yanında!”
Ne de olsa ODTÜ, bu yıl Times Higher Education tarafından hazırlanan “Dünyanın En İyi 100 Üniversitesi” listesine Türkiye’den girebilen tek okul.
Demek ki Başbakan çifte bayram yaşadı. Bir lider için böyle bir eğitim kurumunu yanına almak, dünyanın neresinde olursa olsun az gurur değildir!
Hele ki o lider konuşmasında “Evimizdeki mobilya yağmur ormanlarını yağmaladıysa böyle bir ticaretten rahatsız olmak, bunu derinlemesine sorgulamak ve buna çareler üretmek zorundayız” demişse.
Yine de Bay Ceronimo’nun aklına başka bir Kızılderili sözü gelmiştir belki. “Beyaz adam bize çok söz verdi ama sadece birini tuttu. Topraklarımızı alacaklarını söylemişlerdi ve aldılar.”

Aydınlık; 21 Ekim 2013

19 Ekim 2013 Cumartesi

Türkiye'nin dramatik yapısı

Haziran başında, hepimizin kimyasını etkileyen günler yaşadık. Şimdi biz “o günler bir daha yaşanır mı?” diye düşünürken, tarihin ırmağı akmaya devam ediyor, yeni sorulara ve cevaplara doğru.
Bakmayın “tarihin ırmağı” dediğime, aslında bildiğimiz rüzgâr. Öyle bir esiyor ki herkesin aklına türlü şeyler getiriyor. Bu fakirin yarım aklına da, üniversitedeki senaryo derslerinde öğrendiği bir şey geldi.
Sinema-TV Enstitüsü’ndeki hocamız Duygu Sağıroğlu, “kapalı kutu” diye bir şeyden bahsetmişti. Hollywood’un sevdiği bir dramatik yapı türüymüş. Daha doğrusu, Amerikalı senaristlerin çoktan uzmanlaştığı hikâye anlatma biçimlerinden biri.    
Adının “Closed Box”, yani “Kapalı Kutu” olmasının sebebi: Olaylar, kısılıp kalmış bir grup insanın arasında geçiyor.
Mekân “Posta Arabası” filmindeki gibi küçücük bir yer de olabilir, “Lost” dizisindeki gibi kocaman, belirsizliklerle dolu bir ada da. Burada olay, kahramanlarımızın bir türlü çıkış yolunu bulamaması. Bir de tabii, zaman geçtikçe aralarında başlayan çatışmalar.
Yani bir mekânda kendi iradeleri dışında kısılıp kalmış bir grup insanın birbirleriyle olan ilişkilerini anlatan dramatik yapı türü “Kapalı Kutu”.
Haziran başında yediğimiz biber gazlarının etkisiyle midir nedir, aklıma birden geliverdi ve fark ettim, güzel yurdumuzla olan talihsiz benzerliğini.
Bizler de imparatorluk bakiyesi bir topluluk olarak, kalan son toprak parçasında kazazedeler (daha doğrusu, onların torunları) gibi yaşamıyor muyduk? Bizler de Osmanlı’nın orasında burasından kopup gelmiş, dürüst olmak gerekirse birbiriyle çok da ilgilenmeyen insanlar değil miydik? Bizim de sanki mecburen, başka yere gidemediğimiz için bir arada yaşıyor gibi bir halimiz yok muydu?
“Posta Arabası” filminde Kızılderililerden kaçan arabadaki beş benzemez ya da Lost adasındaki, bambaşka kaderler tarafından sürüklenmiş insanlar gibiyiz yani.
Farkımız, çok daha kalabalık oluşumuz. Benzerliğimiz ise, zorla bir arada duruyormuşuz, bize kalsa birbirimizle hiç işimiz olmazmış gibi davranmamız. Bir de tabii, aramızda zaman zaman ayyuka çıkan çelişkiler, bundan doğan çatışmalar.
Türk ve Kürt, başörtülüyle başörtüsüz, Alevi ve Sünni, gönülsüz bir beraberlik yaşar gibi.
Aramızdaki gönül bağları tarihin saçma bir yerinde kaybolmuş. Yerini derme çatma bir tahammül kültürü ve zaman zaman parlayan uğursuz çatışmalar almış. Geçen yüzyılın Anadolu tarihi, bu dramatik yapıyı özetleyen trajedilerle dolu; Dersim’den Sivas’a, Maraş’tan Diyarbakır’a...
Hatta Gezi Parkı’ndaki ağaçlar uğruna başlayan masum bir eylem bile dönüp dolaşıp bu temel çatışmalara bağlanabiliyor; istesek de istemesek de.
“Peki ne oluyor filmin sonunda?” dersek, iki ihtimal var. Kötümser ihtimal, bir arada yaşamak zorunda kalanların sonunda birbirini yemesi.
Ya da gönül bağlarını keşfedip "toplum" haline gelerek paçayı kurtaracaklar.
Birinci ihtimal gerçekleşirse herkes nalları dikecek, ikinci ihtimalde kurtuluş yolunu beraber bulacaklar.
Bereket versin ki tipsiz bir adada, el kadar bir posta arabasında, asansörde ya da karlı dağlarla düşmüş bir uçağın içinde değiliz. Bereketli topraklar üzerinde, en güzel dağlara, denizlere karşı yaşıyoruz. Yani ortada kurtulmamız gereken bir mekân yok. Keşfetmemiz gereken gönüller var sadece.

Deve; Temmuz 2013





16 Ekim 2013 Çarşamba

İyi bayramlar Burcu Kutluk

“Aykırı Sorular” programında, Enver Aysever’in konuğuydu Burcu Kutluk.
Balyoz Davası’ndan 18 yıl cezaya çarptırılan Emekli Amiral Deniz Kutluk’un sanatçı kızı.
Mekteb-i Sultani’den kardeşimiz. Oyunculuk yapıyor, yogaya ve ruhani meselelere meraklı.
Ruhun derinlikleriyle ilgilenirken, bir anda kendini siyaset sirkinin ortasında bulmuş. Babasının başına gelenler yüzünden…
Ailesinin yaşadığı drama rağmen en sivri sorulara bile sakin sakin, duygusal kontrolünü kaybetmeden cevap verdi.
Bir an bile mağdur edebiyatı yapmadı, kendini acındırmaya çalışmadı, kimseyi suçlamadı.
Ne gülümseyişini esirgedi ne barışçıl hayat felsefesini ne de gözlerindeki ışığı…
Siyasetçilerde rastlanan o korku-öfke-nefret karışımı karanlıktan Burcu’da eser yoktu. Özgüvenli bir insanın sadeliğiyle ifade etti kendini.
“Silahla ve ordularla hiçbir şeyin çözüleceğine inanmıyorum” dedi. “Ben sevgiye inanıyorum.”
Bu nedenle, çok daha çarpıcıydı hali. Çok daha düşündürücü ve yürek yakıcıydı.
Enver’in karşısında ağlayıp sızlasa, kendini yerden yere atsa, onu bunu suçlasa bu kadarı olmazdı.
Etkileyiciydi, çünkü etkilemek için bir çabası yoktu. Derdini anlatıyordu o kadar.
Babası şaibeli bir davayla hapse atıldığından beri her gün, her saat, her an düşündüklerini.
Sadece haksızlığı anlatmadı. Milletçe neye ihtiyaç duyduğumuzu da gösterdi.
Oradaki duruşuyla “Bu bayram ihtiyacımız, birbirimizin halinden anlamaktır” diyordu. Tabii anlayana.
Sayesinde gördük ki, milletçe siyasetten çok yogaya, tefekküre, meditasyona muhtacız. Gönül gözümüzü açmaya.
O gözle önce içimize, oradaki en gerçek şeye bakmaya. Aslında bütün dinlerin görmemizi istediği…
Acısını sükûnetle taşıyordu Burcu. Tıpkı vaktiyle “Babam hapisteyken çok acı çektik” diyen Sümeyye Erdoğan gibi.
Sahi, Sümeyye Hanım izlemiş midir Burcu Kutluk’un televizyondaki konuşmasını?
Namazını kılarken gözünün önüne, babası siyasi nedenlerle cezaevinde olan akranının yüzü gelir mi?
Bir telefon açmak gelmez mi içinden “İyi Bayramlar Burcu kardeş. Seni ve aileni çok iyi anlıyorum” demeye?
O yapamasa bile biz kutlayalım Burcu’nun bayramını. Teşekkür edelim, asalet nedir gösterdiği için.  

Aydınlık, 16 Ekim 2013


14 Ekim 2013 Pazartesi

Haydi başörtülü kardeşim!

Başörtülü kardeşim! Haydi kıyafetinden dolayı işinden atılan sunucu Gözde Kansu’yu savunmaya!
Onu en iyi sen anlarsın. Aynı erkek egemen kafa yüzünden yıllarca işinden, okulundan olmadın mı?
Bir zamanlar “Başörtülü bacılarımız” edebiyatı yapanlar güce kavuştuktan sonra seni unutmadılar mı?
Onlar değil midir “sen evde oturup üç çocuk yap, biz dışarıda fink atarız!” diyen?
İşyerine eleman alınacağı zaman başörtülü yerine dekolteliyi tercih eden onlar değil mi?
Senin yıllarca mücadele ettiğin işte bu erkek egemen kafaydı. Hâlâ da öyle… İktidara kim gelse değişmeyecek.
Kadını nesne gibi gören, ona ne giyip giymeyeceğini söyleme hakkını kendinde bulan, dediğim dedikçi zihniyet, sandıktan kim çıkarsa çıksın devam edecek!
Kıyafet yüzünden dün sen oluyordun işinden, bugün Gözde, yarın Ayşe, Fatma, Zeynep...
O zaman geçmişte yapılan başörtüsü eylemlerini hatırla. O eylemleri destekleyen başörtüsüz kızları.
Şortlarıyla yardımına koşup yasakçılara “arkadaşlarımızın eğitim hakkını gasp edemezsiniz!” diyenleri. Sence onlar aptal mıydı?
Akılları ermediği için mi farklı hayat tarzına sahip arkadaşlarının hakkını savundular?
Ben söyleyeyim, aptal falan değillerdi. Tam aksine, hepsi de zehir gibi kızlardı.
Sadece tehlikenin farkındaydılar. Hükümet değişse bile hükmedenin aynı kaldığına uyanmışlardı.
“Hep beraber özgürleşmedikçe kadınlara özgürlük yok!” idi tek felsefeleri.
Hatta bu yolda icabında kendi mahalleleriyle ters düşmeyi bile göze aldılar.
İkna odalarını savunanların, başörtüsüne hakaret edenlerin şimşeklerini üzerlerine çektiler.
Gözde Kansu onlardan mıdır bilmem. Ama seninle aynı mağduriyeti paylaştığı kesin.
Gidişata bakılırsa, yakın gelecekte başka Gözde Kansu’ların olması da muhtemel.
Galiba önünde iki yol var: Ya “Oh olsun laikçiye! Şimdi de onlar kan ağlasın!” kafasına gireceksin ya da vaktiyle sana destek olanları hatırlayacaksın.
Erkek egemen kafaya karşı seninle omuz omuza hak ve hukuk arayanları…
Meseleyi “demokrasi meselesi”, seni de “demokrasi taraftarı” sayanları…
Ne yapacağını erkek başımla benim söyleyecek halim yok. Sen daha iyi bilirsin kardeşim.
Aydınlık, 14 Ekim 2013 



9 Ekim 2013 Çarşamba

Romancı Ahmet Hakan

Ahmet Hakan sağ olsun, köşesinde kulaklarımı çınlatmış. “İstersen otur şimdi bir de Tuna Kiremitçi türü roman yaz!” diyor kendine.
Neden olmasın, sonuçta çok daha zeki biri... Eminim çok daha iyisini yazar.
Yine de bu işlere hasbelkader yıllarını vermiş biri olarak, yazısını okuyunca köşe yazarlığıyla romancılık arasındaki farkları düşünmedim değil.
Ahmet Hakan’ın sözleri beni köşe yazarlığına ilk başladığım yıllara götürdü.
İlk köşe yazımı yazarken, “bu iş çantada keklik!” havasındaydım. Ne de olsa iki romanım vardı.
“İki romanın belini kıran iki sayfayı mı yazamayacak?” diye gerinmekteydim. 
Gençtim, şansım yaver gitmişti ve tabii “küçük dağları ben yarattım” havasındaydım.
Kazın ayağının öyle olmadığını çok geçmeden anladım. Köşe yazarlığı bambaşka bir zanaattı.
Her şey bir yana, kitap okuyana seslenmekle gazete okuyana seslenmek arasında dağlar kadar fark vardı.
Eskiler boşuna “ediplik” ve “muharrirlik” olarak ikiye ayırmamıştı yazarlık mesleğini.
Edip, evine gelmiş bir konukla konuşuyordu. Muharrir, mahalleden geçenlerle…
Edip için bir öyküyü geliştirmek esastı. Muharrir içinse hedefi en kısa yoldan vurmak.
Ediplikte, her şey hayali karakterler üzerine kuruluydu. Muharrirlikte, gerçek fikirler üzerine.
Edip için “güzel yazmak”, önce nasıl yazdığıyla ilgiliydi. Muharrir içinse önce ne yazdığıyla…
Dahası, kel alaka iki yaşam tarzı söz konusuydu. Edibinki gibi değildi muharririn ritmi.
Edip ne kadar içedönük ve dalgınsa muharrir o kadar dışadönük ve atak olmalıydı.
Edip kalıcı bir iş yaptığını sanarak yazarken muharririn böyle lüzumsuz evhamları yoktu.
Edip dediğin edebiyatçı refleksiyle iş görüyordu. Muharrirse gazeteci refleksiyle…
Edibin babası ölünce “Küçüğe Bir Dondurma” diye öykü çıkıyordu, muharririn babası ölünce “Bir İnanmış Adam” diye makale.
Köşe yazarlığına ilk başladığımda, bu gerçeklere uyanana kadar epey kafa-göz yardım.
Ama Ahmet Hakan’ın romancılığa soyunduğu takdirde başarılı olacağına samimiyetle inanmaktayım.
Çünkü 29 yaşımda ilk romanımı yazarken tanışma şerefine eriştiğim şair Lale Müldür, “roman dediğin kırkından sonra yazılır!” demişti bana.
40 yaşımı idrak ettiğimden beri düşünüyorum da, galiba çok haklıymış Lale Abla!

Aydınlık, 9 Ekim 2013