19 Ekim 2013 Cumartesi

Türkiye'nin dramatik yapısı

Haziran başında, hepimizin kimyasını etkileyen günler yaşadık. Şimdi biz “o günler bir daha yaşanır mı?” diye düşünürken, tarihin ırmağı akmaya devam ediyor, yeni sorulara ve cevaplara doğru.
Bakmayın “tarihin ırmağı” dediğime, aslında bildiğimiz rüzgâr. Öyle bir esiyor ki herkesin aklına türlü şeyler getiriyor. Bu fakirin yarım aklına da, üniversitedeki senaryo derslerinde öğrendiği bir şey geldi.
Sinema-TV Enstitüsü’ndeki hocamız Duygu Sağıroğlu, “kapalı kutu” diye bir şeyden bahsetmişti. Hollywood’un sevdiği bir dramatik yapı türüymüş. Daha doğrusu, Amerikalı senaristlerin çoktan uzmanlaştığı hikâye anlatma biçimlerinden biri.    
Adının “Closed Box”, yani “Kapalı Kutu” olmasının sebebi: Olaylar, kısılıp kalmış bir grup insanın arasında geçiyor.
Mekân “Posta Arabası” filmindeki gibi küçücük bir yer de olabilir, “Lost” dizisindeki gibi kocaman, belirsizliklerle dolu bir ada da. Burada olay, kahramanlarımızın bir türlü çıkış yolunu bulamaması. Bir de tabii, zaman geçtikçe aralarında başlayan çatışmalar.
Yani bir mekânda kendi iradeleri dışında kısılıp kalmış bir grup insanın birbirleriyle olan ilişkilerini anlatan dramatik yapı türü “Kapalı Kutu”.
Haziran başında yediğimiz biber gazlarının etkisiyle midir nedir, aklıma birden geliverdi ve fark ettim, güzel yurdumuzla olan talihsiz benzerliğini.
Bizler de imparatorluk bakiyesi bir topluluk olarak, kalan son toprak parçasında kazazedeler (daha doğrusu, onların torunları) gibi yaşamıyor muyduk? Bizler de Osmanlı’nın orasında burasından kopup gelmiş, dürüst olmak gerekirse birbiriyle çok da ilgilenmeyen insanlar değil miydik? Bizim de sanki mecburen, başka yere gidemediğimiz için bir arada yaşıyor gibi bir halimiz yok muydu?
“Posta Arabası” filminde Kızılderililerden kaçan arabadaki beş benzemez ya da Lost adasındaki, bambaşka kaderler tarafından sürüklenmiş insanlar gibiyiz yani.
Farkımız, çok daha kalabalık oluşumuz. Benzerliğimiz ise, zorla bir arada duruyormuşuz, bize kalsa birbirimizle hiç işimiz olmazmış gibi davranmamız. Bir de tabii, aramızda zaman zaman ayyuka çıkan çelişkiler, bundan doğan çatışmalar.
Türk ve Kürt, başörtülüyle başörtüsüz, Alevi ve Sünni, gönülsüz bir beraberlik yaşar gibi.
Aramızdaki gönül bağları tarihin saçma bir yerinde kaybolmuş. Yerini derme çatma bir tahammül kültürü ve zaman zaman parlayan uğursuz çatışmalar almış. Geçen yüzyılın Anadolu tarihi, bu dramatik yapıyı özetleyen trajedilerle dolu; Dersim’den Sivas’a, Maraş’tan Diyarbakır’a...
Hatta Gezi Parkı’ndaki ağaçlar uğruna başlayan masum bir eylem bile dönüp dolaşıp bu temel çatışmalara bağlanabiliyor; istesek de istemesek de.
“Peki ne oluyor filmin sonunda?” dersek, iki ihtimal var. Kötümser ihtimal, bir arada yaşamak zorunda kalanların sonunda birbirini yemesi.
Ya da gönül bağlarını keşfedip "toplum" haline gelerek paçayı kurtaracaklar.
Birinci ihtimal gerçekleşirse herkes nalları dikecek, ikinci ihtimalde kurtuluş yolunu beraber bulacaklar.
Bereket versin ki tipsiz bir adada, el kadar bir posta arabasında, asansörde ya da karlı dağlarla düşmüş bir uçağın içinde değiliz. Bereketli topraklar üzerinde, en güzel dağlara, denizlere karşı yaşıyoruz. Yani ortada kurtulmamız gereken bir mekân yok. Keşfetmemiz gereken gönüller var sadece.

Deve; Temmuz 2013





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder