23 Şubat 2014 Pazar

Oral seks masum değil


Benden duymuş olmayın, şu oral seks dedikleri hiç öyle sanıldığı gibi masum bir şey değil.

IMF başkanı Strauss-Kahn’ı, ABD başkanı Clinton’u ya da “Kırklar Dergâhı”ndaki bademci şeyhi yaktı diye demiyorum. Aynı zamanda iktidar kavgasıyla ilgili olduğu için masum değil.

İlk bakışta tenasül aleminin en romantik faaliyeti. Çünkü partner memnuniyeti esas. Sorsanız kimse oral s
eksten direkt zevk almaz. Verdiğimiz zevkin zevkini yaşarız.

Bu açıdan bakarsanız güya cinselliğin egoizme en uzak kısmı. Sevgilisine oral seksten sonra teşekkür eden bir arkadaşım vardı. Elemanı zor vazgeçirdik. Az kalsın terk ediyordu kız.

Kadın oral seks esnasında erkeğin iktidarını ele geçiriyor. Bunun verdiği tatmini küçümsememek lazım.

Gerçi şu dünyadaki kadın “iktidarının” Hürremsel boyutlarını düşününce biraz mütevazı kalıyor ama olsun. Sonuçta iktidar iktidardır. Fazlası göz çıkarmaz. Yoksa söz konusu iktidarın taş çatlasa 20 santimlik bir cisme indirgenmesi tenzil-i rütbe bile sayılabilir.

Oral seksle iştigal eden erkek de aynı tatmini kadın bedenini en ücra noktasına kadar fethettiğini sanarak yaşıyor. Çocukluğundan beri merak ettiği “vaat edilmiş topraklar”ın bağrına bayrak diktiği için.

Yani bütün mesele aslında kadim bir iktidar mücadelesinin Freud bazında eşitlenmiş hali. Hayatın erkekle kadın arasındaki “namütenahi” bir mücadele olduğunu kabul edersek, oral seksin işin en zevkli kısmı olduğunu bile düşünebiliriz.

Ama işin aslı iktidarın el değiştirmesinden kaynaklanan iki kişilik bir oyun. Sonunda hayatın fışkırdığı bir ölüm-kalım mücadelesi.
Hiçbir iktidar kavgası masum olmadığı gibi, oral seks de masum değil. Tam aksine oyunlarla ve gizli pazarlıklarla dolu, yürek isteyen bir Bizans.

İsterseniz Clinton’un mahcup yüzünü ve Monica’nın mağrur bakışlarını getirin aklınıza. O zaman eminim bana hak vereceksiniz.
  
 

t.k. -2012




22 Şubat 2014 Cumartesi

Olasılıklar evreninde


Kâinatın bir laboratuvarda unutulmuş deney tüpünün içinde oluştuğunu çocuklar bile bilir.

Burası önemsiz bir laboratuvardır ve çalışanlar pek titiz değildir.
Kullandıkları malzemeyi temizlemeyi sık sık unuturlar. Bu da bazen tüplerin içinde kâinatların oluşmasına neden olur. Kâinatımız da oluşmak için onların öğle yemeğine çıkmasını beklemiştir.

Laboratuvarın yegâne çalışanı olan kadınla erkek sevgilidirler ve aralarında bazı sorunlar vardır. Ne zaman konuşmaya başlasalar konu buraya gelir.

Onlar restoranda ilişkileri üzerine hararetle tartışırken kâinatın parametreleri şekillenmek için gereken zamanı bulmuştur. Sıra tatlıya geldiğinde güneş sistemi doğmuş, kahve söylediklerinde ise gezegenimizde hayat başlamıştır.


Atmosferimizi oluşturan gazların gerekli yoğunluğa ulaşması ise tatlıyla kahve arasındaki uzun sessizliğe rastlar.

Daha çalışkan insanlar olup yemeklerini yer yemez işlerinin başına dönselerdi içinde bulunduğumuz deney tüpünü musluğa tutacaklardı ve ne Kleopatra, ne Sultan Süleyman ne de Bill Gates olacaktı. Ama bunun yerine kadın sevgilisine ilişkilerinin artık heyecanını kaybettiğini söyledi. Adam bu söze çok fena alınıp çocuk gibi savunmaya geçti, biz de uygarlığımızı kuracak zamanı bulduk.

Galaksimizin parçacıklarının onların aşkındaki bozukluk sayesinde şekillendiğini bildiğimizden, aralarını daha da bozmak için ne gerekiyorsa yaptık.

Çıkardığımız bütün savaşlar, bombalanan köyler, toplama kampları ve soykırımlar, negatif enerjimizle bu ilişkiyi etkileyip iyice çekilmez hale getirmek için.

Ama ayrılık acısını er geç atlatıp kafalarını toplamaları da işimize gelmiyor. Bu yüzden aşkları kör topal yürüsün diye dengeleyici güzel şeyler yapıyoruz: Edebiyat, müzik, penisilin ve Monica Bellucci hep planımızın parçası.

Sonuçta onlar köşedeki restoranda ilişkilerini tartışıyor, biz de deney tüpünün içindeki kâinatın sınırlarını keşfetmeye çalışıyoruz.

En büyük korkumuz duruma uyanan müdürün bizim çifte kumruları kovup yerlerine daha ciddi elemanlar alması. Çünkü yeni gelenlerin ilk iş tüpleri temizleyeceğini adımız gibi biliyoruz.

t.k. 2011


 

12 Şubat 2014 Çarşamba

Kuşun ve kedinin ardından

 

Ağlamaklı bir sesle açtı telefonu. “Maviş öldü baba. Bu sabah bir de baktık, kafeste cansız yatıyor.”

Maviş, oğlumun muhabbetkuşu. Yani öyleydi. Mavi tüyleri içini açardı insanın. “Onu bahçeye gömdük. Annem çok ağladı, ben de ağladım.”

Ben de severdim Maviş’i. Kafesinden çıkarınca odadan odaya ilaçlama uçağı gibi yalpalayarak uçuşunu, durup durup en ilgisiz anda “Babişko!” deyişini, Can piyano çalarken makama göre kısa ya da uzun ötüşlerle eşlik edişini...

Muhabbetkuşları akıllı ve sevecen varlıklar. İnsanların yanında rahat ediyorlar, insanoğlunun tıynetinden habersiz gibi. Belki de bizde bizim bilmediğimiz cevherler görmekteler, kuşbakışlarıyla.

İçimde cenaze törenini kaçırmaktan doğan bir burukluk. Sitem edememenin sıkıntısı. “Ben gelene kadar bekletin” denmez ki. Cenaze bu, yolunda gerek.

Oğlumun bebeklikten çıkıp çocuğa dönüştüğü yıllara eşlik etti Maviş. Hayatımızdan muhacir kuşlar misali geçip giden beş yıla.

Aklımın bir köşesinde, adını Umeyr koyduğu kuşu ölen küçük Zeyd’e taziye ziyaretine giden peygamberin öyküsü. Diğer köşesinde, münasebetsiz bir soru: Yoksa bu kuş yazın yediği biber gazları yüzünden mi öldü?

Ev Beşiktaş’ta nihayet. Başbakanlık ofisine kuş uçuşu iki dakika. Gaz bombaları ciğerlerini mahvetmiş olmasın? Çoluk-çocuk nasıl etkilendiğimizi, hangi odaya kaçacağımızı şaşırmamızı falan hatırlıyorum da, bu mendebur ihtimal gerçeküstü görünmüyor. Kuşcağız o zaman kendine gelememişti epey.

Bereket versin Can ölümden habersiz değil. Maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüştüğünü, âlemin sonsuz döngüsünü çocukça da olsa biliyor.

“Maviş şimdi babaannemle büyükbabamın yanına gitti. Bizden haber götürdü, posta güvercini gibi.”

İsmet Özel’in bir dizesi. “Kuş öldü. Küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce.”

Oğlum küçük bir neşeydi iki gün önce. Topkapı Sarayı’na gitmiş, kaftanlara bakmıştık. Beşiktaş’taki deniz müzesine gitmiş, kadırgalara bakmıştık. Bugünlerde tarihe merak sardı. Osmanoğulları şeceresi ondan soruluyor.

Deniz müzesinden bir pusula aldım, karne hediyesi. İbreyi hareket ettiren bir küresel manyetik alan fikri ona eğlenceli geldi. Kuzeyin ne taraf olduğunu gösterip duruyor.

Maviş’in ise pusulaya ihtiyacı yoktu. Üç oda ve bir kafesten oluşan dünyasında içgüdüleriyle bulurdu gideceği yeri. Pervazdan televizyona, piyanodan Can’ın omuzlarına, oradan bilgisayara cesurca uçardı. Nereye isterse oraya konardı, özgürdü kendince. Oğlumun gönlü hoş değil.

Aynı gün memleketimiz Eskişehir’de çok hasta bir genç, bir kediyi öldürüşünü kamerayla çekip internete koymuş. Üstelik onun da adı Can. Hadi bakalım.

O çok hasta gence aslında kendi canına kıydığını anlatmak mümkün müdür dersiniz? Aslında canların bir olduğunu? Çocukken bir muhabbetkuşuyla konuşsaydı belki söylerdi ona. Muhabbetkuşlarının muhabbeti iyidir, bilirsiniz.

Bizim Maviş’in Can’a söyledikleriyse aralarında sır. Kuş Beşiktaş’ta küçücük bir muhabbetti ölmeden önce. Eskişehir’deki kedi de öyle. İkisi de gittiler. Geriye insanoğlunun büyük yalnızlığı kaldı.

 

6 Şubat 2014 Perşembe

Gündem yorgunlarına tavsiyeler


        ·   Sosyal medya perhizi yapın: Işık hızıyla değişen gündem insanı serseme çeviriyor. Gelişmelere yetişmek isterken fark etmeden sosyal medya bağımlısı oluveriyoruz. Ruh sağlığımıza olumsuz etkisi sandığımızdan çok daha fazla.

        ·   Siyasete ara verin: “Memleket bu haldeyken bununla uğraşılır mı?” dediğiniz şeylerden en az birini yapmaya hemen şimdi başlayın. Türkiye hiçbir zaman kusursuz halde olmayacak. Tıpkı Amerika, Çin ya da Madagaskar gibi.

·   Fikirlerin esiri olmayın: Bu en az “duyguların esiri olmak” kadar tehlikeli bir şeydir. İnsanın gönül gözünün kapanmasına yol açar. Bırakın zihniniz ara sıra tatil yapsın.

·    Kötümserliği bırakın: “Dünyada sevgi bitmedi, sadece haber değeri yok” vecizesi o kadar da yabana atılır bir söz değildir.  Tabii profesyonel gazeteci ya da siyasetçi değilseniz.

·     Kötümserlerden uzak durun: Memleket meselelerine karşı hassas olmanız her türlü takdire şayan. Ama karamsarlıkla beslenen insanların enerjinizi emmesine sebep olmamalı.

·      Kıyametin gelmediğine inanın: Her ne kadar “deccal” ve “sahte mehdi” sözlerin bugünlerde sık işitir de olsak, dünyanın dönmeye devam etmeyeceğine dair bir emare yok. Sakin olun.

·      Yurtdışına çıkın: İlla afili bir yere gitmeniz gerekmez. Yakınlardaki görece sakin bir Balkan ülkesini ziyaret bile insanın kafasını temizleyebiliyor.

·      “Ötekilerden” korkmayın: Sizden farklı, hatta karşıt fikirli insanların da etten-kemikten olduğunu, çoluk-çocuk büyüttüğünü, sizinle benzer gelecek kaygıları taşıdıklarını hatırlayın. Bu sizi yalnızlık ve kuşatılmışlık hissinden bir nebze kurtaracaktır.

·       Gazetelere kapılmayın: Merak etmeyin, birkaç gün gazete okumazsanız memleket daha kötü ya da daha iyi hale gelmez. Sadece ruhunuz biraz dinlenmiş olur.

·       Mizah duygunuzu kaybetmeyin: Unutmayın ki yerinde bir espri en karanlık bulutları dağıtmaya, en derin melankoliye son vermeye kadirdir.

·       Küçük şeyler düşünün: Memleketi kurtarmak her gün mümkün olmasa da bir evsize yardım etmek, bir sokak köpeğini doyurmak ya da yalnız bir akrabaya telefon açıp hatırını sormak gayet mümkün. Üstelik iyileştirici de!

·       Büyük şeyler düşünün: Mesela, Kozmosla ilgilenin. Ömer Hayyam’ın “Durmadan kurulup dağılan şu alemde alacağın bir nefestir, o da boştur boş!” sözü bir başlangıç olabilir.

·       Anı yaşamaya çalışın: Geçmişteki sosyal travmalar ya da gelecekle ilgili milli kaygıların şu an hiçbirimize faydası yok. Aslında mevcut bile değiller. Olmayan şey için psikolojimizi bozmak niye?

·       Kendinizi önemli hissetmenin başka yolunu bulun: Şu dünyada pek az şey biz sıradan vatandaşların kontrolünde. Özellikle konu siyaset olduğu zaman. Yaşadığımız dönem 200 yıl sonraki ders kitaplarında belki de tek bir cümleyle anılacak o kadar!

·       Siyaset tartışırken kalp kırmayın: Çoğu meselenin içyüzünü kabinedeki bakanlar bile bilmiyor. “Oyunun” bir parçası değilseniz söyleyeceğiniz her söz hariçten gazel olacaktır.

·       Fikirlerinize güvenin: Gerçekten sağlamlarsa onları hiçbir rüzgâr dağıtamaz, hiçbir sel alıp götüremez. Ne olursa olsun kaya gibi ayakta kalırlar. Öyle değillerse de zaten üzülmeye değmez.

·       Meditasyon yapın: Yaşam tarzınıza göre namaz da kılabilir, yoga da yapabilirsiniz. Hepsi de zihniniz için detoks işlevi görecektir.

·       Ülkenize güvenin: Türkiye’nin sorunlarına üzülmek kadar onun bunca soruna rağmen hâlâ ayakta oluşuna hayranlık duymak da mümkün. Demek ki memleketin mayası sağlam!

·       Bu yazıyı paylaşın: Özellikle farklı dünya görüşüne sahip kişilerle. İnsanoğlunun paylaşmaya ne kadar açık olduğunu görüp şaşıracaksınız!

 

 

2 Şubat 2014 Pazar

Moleküllerinle sev beni

2006 yılında, Amerika’da mutlu evliliğe sahip kadınlarla ilginç bir deney yapılmış.

Ayak bileklerine hafif elektrik şoku verilmiş. Deneyden hemen önce ve deney sırasındaki beyin görüntüleri elde edilerek.
Deneyin ikinci aşamasında, kadınların eşleri yanlarında durup ellerini tutarken vermişler elektriği.

Aynı güçteki elektrik akımı verilmesine rağmen, bu sefer şok kadınların beyninde çok daha düşük düzeyde tepki yaratmış.

Deneyi bir de evliliğinde sorun yaşayan kadınlarla yapmışlar. Eşlerinin ellerini tutmasının herhangi bir koruyucu etkis olmamış.
Sağlıklı bir ilişki ve seven bir eşin dokunması, tansiyonun düşmesini, kaygının azalmasını sağlarken, strese karşı da koruyucu etki yaratıyormuş.

Bu bilgiler, Bilim ve Teknik dergisinin mayıs sayısındaki Bahri Karaçay imzalı yazıdan. Yazınn başlığı: “Âşık Beyin.”
Biz âşık olduğumuzda beynimizin ne hale geldiği üzerine, uzun ve  ilginç bir yazı.

Mesela psikologlar uzun süredir,  kendimize benzeyen kişilere karşı özel ilgi duyduğumuzu söylüyormuş.
Bizimle aynı etnik kökenden ve sosyoekonomik sınıftan olan, bizimle benzer zekâ düzeyine ve benzer inançlara sahip, hatta tip olarak da bize benzeyen kişilere...

Bizimle aynı güzellik ya da yakışıklılık düzeyine sahip kişilere...
Fakat bütün bu özelliklere sahip kişilerle dolu bir ortamda bile, içlerinden birine ya da ikisine özel ilgi duyuyormuşuz.

Dahası, karşılaştığımız kişinin çekici olup olmadığına, saniyenin beşte biri gibi olağanüstü kısa bir sürede karar veriyormuşuz.
Antropolog Helen Fisher’e göre, bunun nedeni beyindeki özel birtakım moleküller ve sistemler.

Beyindeki sinir hücreleri arasında mesaj iletimini sağlayan, nörotransmiter adlı moleküllerin romantik sevgide rol aldığını söylemiş Fisher.
Yani dopamin, norepinefrin ve serotonin... Mutluluktan uçmamızın ve yemeden-içmeden kesilmemizin arkasında, beynin dopamin ve norepinefrin miktarının artması varmış.

Yatıp kalkıp sevgliyi düşünmemizse, serotonin etkinliğindeki azalmanın eseriymiş.

Bu moleküler hareketler sayesinde, romantik sevgi beynin ödül sisteminin kısımları olan nükleus akumbens ve ventral tegmental bölgeyi etkinleştiriyormuş.

Yani dünyadaki pek çok şey gibi, aşk da moleküllerin eseriymiş.
Karşılaştığımız kişiyi çekici bulmaya karar verdiğimiz o saniyenin beşte birlik sürede, beynimizde kim bilir nasıl bir moleküler faaliyet yaşanıyor.

Sonra da o saniyenin beşte biri uzayıp bütün hayatımızı kaplıyor. Moleküllerle iyi geçinmek lazım.

 
Hürriyet, 12 Mayıs 2012