5 Ekim 2015 Pazartesi

Türkiye hâlâ mümkün

Öğleye doğru bindim taksiye Erenköy’den, çıktım yola karşı yakadaki Maslak Oto Sanayi’ye doğru. Külrengi bir Pazartesi. Amacım prova yapacağımız stüdyoya vaktinde yetişmek.
Kentsel dönüşüm faciasının sillesini fena yemiş güzelim Erenköy geride kalırken anladım ki işim kolay değil. İstanbul trafiği şovunu yapmaya kararlı.
Daha da vahimi, taksici siyaset konuşmaya meraklı!
Şahsen taksi emekçileriyle siyasete pek girmem. Birincisi, siyaset sevmiyorum kardeşim. Sonra başkasının kontrolündeki bir metal kutunun içinde her türlü deplasmandasın.
Ayrıca, memleketin hali malum; kimin neye hassasiyet göstereceği, kime neyle girişeceği belli olmuyor. Sonuçta taksici de esnaf ama ben pek İrlandalı sayılmam.
Benden birkaç yaş büyük gösteren, babayiğit bir adam. Saçlar kırlaşmış ama bıyık halen komple siyah… Önce çocuklarımızın derslerinden, İstanbul’un bitmişliğinden, dolardaki yükselişten falan lafladık. Ama daha köprü yoluna giremeden sordu korkarak beklediğim soruyu.
“Ne olur dersin bu sefer seçimler?”
Tam “Hayırlısı neyse o olsun” makamından sade suya bir cevapla yırtacaktım ki ikinci soru geldi: “Nasıl buluyorsun yeni başbakanımızı?”
O zaman başımı kaldırıp baktım ve gördüm bana güneşliğin üstünden gülümseyen Ahmet Davutoğlu’nu.
Vay canına, bir Davutoğlu hayranıyla karşı karşıyaydım!
Daha önce hiç Davutoğlu hayranı görmemiştim. AKP’li tanıdıklarım hep Erdoğan hayranıdır. Haliyle, mevzu birden renklendi.
“Değerli bir akademisyen ve hoca olabilir…” dedim, kibar olmaya çalışarak. Sonuçta benim arabada da AC/DC resmi var. Binen kimsenin Angus’a saygısızlık etmesini istemem.
“Peki başbakan olarak nasıl sence?” dedi, şüpheci bir sesle.
Baştaki muhabbetimizin yarattığı samimiyete sığınarak “Ne yalan söyleyeyim, kendisini biraz hayalperest buluyorum” demiş bulundum.
Dikiz aynasından dimdik baktı: “Nasıl yani?”
“Yani şu Yeni Osmanlıcılık olayı falan… Bana pek gerçekçi gelmiyor.”
“Olur mu birader!” dedi, sesini bir desibel yükseltip: “Komşu ülkelerle yeniden bir olsak. El ele, gönül gönüle, omuz omuza… Fena mı olur?”
“Herhalde süper olur ama onlar pek öyle düşünmüyor.”
“Kimler düşünmüyor?”
“Mesela Bulgarlar. Bu fikre onlar pek bayılmaz.”
“Ne biliyorsun?”
“Çünkü biz oralıyız. Ayrıca Sofya’da yaşadım da birkaç yıl.”
Bir sessizlik oldu. Takside bir gerilim hasıl olmuştu ama köprüye yaklaşmamızı engelleyen trafikten mi yoksa Balkan harbinde trafik olmadığından Çatalca’ya kadar gelmiş Bulgarlar yüzünden mi bilemedim.
Aklıma Davutoğlu’nun dışişleri bakanıyken Sofya’da yaptığı aynı minvaldeki konuşmayı dinleyen Bulgar arkadaşların yüz ifadeleri geldi.
“Onlar da nankörlük yapmasın kardeşim!” diyerek sessizliği bozdu taksici: “Osmanlı oralara yüzyıllarca barış götürmüş. Bayındırlık götürmüş. Kimsenin dinine-inancına karışmamış!”
“Onlar öyle düşünmüyor işte.”
“Yanlış düşünüyorlar o zaman!”
“Yahu o da onların düşüncesi.”
“Bırak Allah’ını seversen!”
“Sen hiç Muhteşem Yüzyıl dizisi seyrettin mi?” diye sorarak yükselttim eli. Ok yaydan göz göre göre çıkıyordu. Nereye gireceğiyse meçhuldü.
“Seyrettim.”
“Sultan dediğimiz kişi devletin bekâsı uğruna icabında kendi öz evladına acımamış. Sence lüzum gördüğünde Bulgara-Yunana acımış mıdır?”
Bir sessizlik daha… Bu seferki az önceki sessizliğin beş katı ağır. Köprünün kuleleri daha yeni görünmüştü uzaktan. Gereksiz bir laf ettiğimin farkındaydım ama iş işten geçmişti.
Kızgın bir sesle sordu sonunda: “Nereliyim demiştin sen?”
“Bulgaristan…”
“Sizin oranın Müslümanlığı biraz enteresan oluyor ha?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Yani sizinkiler Türklüğü-Müslümanlığı biraz değişik yaşıyor, değil mi?”
Ne kastettiği belliydi yol arkadaşımın. Arka koltuktaki lavuğa “tıynetsiz” demek istiyor ama kibarlığından lafı dolandırıyordu. Yolculuğumuzun Maslak yerine karakolda son bulması kuvvetle muhtemeldi artık.
Yaradana sığınıp sordum. “Senin memleket neresi usta?”
“Orduluyum, ne vardı?”
Bak şu Allah’ın işine: Benim Yeni Osmanlıcı çıka çıka koca Anadolu’da en bayıldığım şehirden çıkmıştı. Şahsen Ordu’nun yeşilini ayrı, mavisini ayrı, insanını ayrı severim. Ayıptır söylemesi, Ordu hakkında yazılmış en övgü dolu yazılardan birkaçı bendenize aittir.
“Ne güzel memleketiniz var sizin be!” diye bağırdım.
O da geriye dönüp ateş saçan gözlerle kükreyerek cevapladı: “Değil mi ama kardeşim!”
Sonra vites değiştirip başladı Ordu’ya hasretini anlatmaya. Ben de Ordu’ya her gidişimde uğramadan edemediğim yerleri anlattım. Taksideki stres katsayısı hızla düşüşe geçmiş, yerini manyak bir pozitif enerji dalgasına bırakmıştı.
“Bakma sen…” dedi en sonunda gülerek: “Biz de aslında Gürcüyüz.”
Böylece bir Bulgar ve bir Gürcü, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan köprünün üstünde kanka olmaya karar verdiler.
Seyfettin’in ailesi eskiden Sosyal Demokratmış. Ordu’da yıllarca SHP’ye, DSP’ye oy vermişler. Sonra devir değişince bakmışlar ki AKP fakirlere, özürlülere yardımda falan bulunuyor, dönmüşler o tarafa.
Tam acaba demeye başladıkları sırada da partinin başına Davutoğlu geçmiş. Bakmışlar okumuş, güleryüzlü adam, oy vermeye devam demişler.
Köprüden sonra trafik her nasılsa rahatlayıverdi. Maslak’a kadar fazla takılmadan gittik. Ordu muhabbetinden sonra aramızda Osmanlı konusu bir daha açılmadı.
Stüdyonun önünde taksiden indiğimde kendimi eski bir dosttan ayrılır gibi hissettim. Aklıma Orhan Alkaya’nın eski bir kitabının ismi geldi.
Sahi, “Türkiye Hâlâ Mümkün” ne güzel kitap ismiydi!
Nokta, 5-11 Ekim 2015

16 Haziran 2015 Salı

Yılın sürpriz filmi: Şahikalar

Yazan: Esat Fehmi Kalemşor

Ahben Sonel ismi genç dimağlara yabancı gelebilir. Fakat sinemamızın mazisini bilen kemale ermiş sanatseverler onu şüphesiz hatırlayacaktır. Bilhassa 1970’li yıllarda yaptığı avangard, eksperimental ve melodramatik çalışmalarla bir hayli sükse yapmıştı.
Bazıları ondan “Yerli Andy Warhol” diye sitayişle bahsederken bazıları da lalettayin yönetmen sayıp küçümsediler. Kesin olansa Sonel’in bir nevi harika çocuk, bir sinema fenomeni oluşudur.
O vakitlerki Ulusal Sinemacılar-Sinematekçiler münakaşasının haricinde, kendine has ve gayet Avrupai bir üslup tutturmuştu. Bu onu hem hür hem de yalnız kıldı. Hatta denilebilir ki piyasadan uzak kalması da bu yalnızlığından dolayıdır.
Yıllarca ortalarda görünmedi Sonel. Ta ki “Şahikalar-Kötülüğün Sonu” ufukta belirene kadar. Gerçi böyle bir senaryosunun olduğu 70’lerden beri konuşulur dururdu. Ahben Sonel’in çekilmeyen filmi tam bir Yeşilçam efsanesiydi. Çiçek Bar’da kulaktan kulağa yayılmıştı. Önce başrol için düşünülen Enis Fosforoğlu’nun meşguliyetinden dolayı ertelendiği konuşuldu, sonra hepten rafa kalkıp unutuldu proje. Meğerse uykuya yatmış, uyanacağı zamanı bekliyormuş.
Uyuyan güzeli uyandıran, ismine camiamızda ilk defa rastladığımız prodüktör Zafer Yıldız. İşin aslı kendisi kimin nesi bilmiyoruz. Ama mühim olan böyle cesur müteşebbisleri aramızda görmemiz. Ne de olsa üzümünü yiyip bağını sormamak sinemanın fıtratında var.
Gelelim “Şahikalar-Kötülüğün Sonu” filmine. Bir kere Ahben Sonel yıllar evvel yazdığı senaryoya sadık kalmış. Zaten kendisinin bu konudaki hassasiyetini bilen bilir. Yer yer “Dünyayı Kurtaran Adam” tarzı bir “B Movie” izlediğiniz hissine kapılıyorsunuz sonra birden günümüzün Marvel kahramanlarıyla aşık atan bir avantür doğuyor. Tam fantezi galebe çalacakken birden gözü yaşlı bir melodrama yelken açıyorsunuz. Kült yönetmen Ahben Sonel 100 senelik sinemamızın tüm hasletlerini filminde harmanlamak azminde.
Peki muaffak olabiliyor mu? Hayret ve tecessüsle söylemek gerekir ki ekseriyetle oluyor. Sanki 37 yılda filmi zihninde tekrar tekrar çekmiş, kurgulamış, müziklendirmiş. Şimdi yaptığıysa onu peliküle aktarmak sadece. Prodüktör Zafer Yıldız’ın galada söylediği gibi: “Bizi, bize, bizle anlatmak.”
Filmde kaza sonucu hayatı değişen bir esas çocuk var. Onu evine alan bir profesör var. Profesörün esas çocuğa aşık olan ve onu iyileştirmek azmindeki kızı var. Bu uğurda kullanılan envai çeşit ilmi deneyler, atomik infilaklar ve neticede hasıl olan süper kahramanlar nesli var.
Tabii dünyayı ele geçirmek ihtirasındaki süper-kötü adamı da ihmal etmeyelim. Bu rolde adeta devleşen Suat Güneş’i gözümüz bir yerden ısırıyor ama nereden?
İtiraf edelim, bu kadar üsluptan üsluba sıçrayan bir filme ya bir kaçık ya da bir dahi cesaret edebilirdi. Ahben Sonel’in kaçık olmadığı aşikâr. Kulağa çılgınca gelebilir ama ne yaptığını bilen bir rejisörden bahsediyoruz.
Geçenlerde yaşadığı bir dizi skandalla zor durumda kalan aktör Boğaç Boray başarılı bir kompozisyon çizmiş. Kendisi salon adamından süperkahramanlığa natürellik içinde geçiş yapabiliyor. Bilhassa fiziki mutasyona maruz kaldığı sahnelerde takdire şayan!
Boray’a başrolde eşlik eden Arzu Yıldız hakkındaysa, ne yalan söyleyelim bazı tereddütlerimiz vardı. Öyle ya, sinema tarihi başrole prodüktörün eşi kontenjanından yükselip sükut-u hayal yaratmış esas kızlarla dolu. Ne mutlu ki Arzu Yıldız bizi mahçup etti. Sadece romans faslı değil, aksiyon sahnelerindeki performansıyla da. Bizden sinema camiasına tavsiye, böyle uçan tekme atan bir aktristle münakaşa etmesinler!
Sektörümüzün başarılı reji asistanlarından Tuna Kaplan’ın aksesuar-efekt uzmanı Ejder Kaplan’ın kızı olduğunu biliyor muydunuz? İşte bu filmde öğrenmiş olacaksınız. Nasıl mı? Aman sürprizi bozmayalım. “Şahikalar”ın aynı zamanda unutulmaz Meral Sonel’in geri dönüş filmi olduğunu çıtlatalım sadece. Zeki Süzen imzalı kostümler de epey iddialı.
Peki tenkit edilecek yan hiç mi yok? Tabii ki var. Senaryo maalesef 1977’de yazılmş olmanın zaaflarını taşıyor. Prodüksiyon ve efektler sık sık müsamahamıza sığınıyor. Melodramla fantezi arasında kurulan denge bilhassa son yirmi dakikada Ahben Sonel’in mesaj verme kaygısından ötürü bozuluyor. Bereket versin filmin aurası sağlam.
Ahben Sonel köprünün altından akan sularla boğuşa boğuşa çekmiş “Şahikalar-Kötülüğün Sonu”nu. Bu da filmin hem gücünü hem de zaafını teşkil ediyor.
Bu arada, kulaktan kulağa yayılan yeni bir rivayete göre, “Şahikalar”ın 37 yıl sonra günışığına çıkması da hayli maceralı olmuş. Belki günün birinde başka bir rejisör de çıkıp bunun filmini yapar. Belli mi olur?


5 Kasım 2014 Çarşamba

Survivor iç savaş

Programımız, ülkemizde zaman zaman çıkartılmak istenen iç savaşın “reality şov” formatında gerçekleştirilmesi esasına dayalıdır.
Daha önce “Sörvayvır” seyretmiş olanlar, ne demek istediğimizi gayet iyi anlar.
“Açlık Oyunları” filmini izlemiş olanlarsa, format hakkında daha sağlam fikir sahibi olur.
Program için Gökçeada ya da Bozcaada’nın bir aylığına kapatılması öngörülmüştür.
Öyle dünyanın öbür ucuna falan gitmeye gerek yoktur. Vatan toprağının nesi eksiktir.
Taraflardan seçilecek aksiyon ve adrenalin meraklısı 10’ar yarışmacı, bu iş için yeterlidir.
Seçmelerde, “Yakacasın şu dinsizleri cayır cayır!” diyenlerle “Sallandıracaksın şu yobazlardan 3-5 tane!” diyenlere torpil yapılacaktır.
Hatta “En iyi Kürt ölü Kürttür!” diyenlerle “En kötü Türk canlı Türktür!” diyenlere öncelik tanınacaktır.
Kendisinden farklı herkese alerjisi olan fanatik tiplerin seçilmesine azami dikkat gösterilecektir. 
Yarışmacılar gerekli techizatla donatıldıktan sonra adaya salınacak ve canlı yayında seyrine bakılacaktır.
Söz konusu teçhizatın gerçek mermi ve silahlar olması şart değildir. Hatta paint-ball malzemesi de aynı işi görür. Ne de olsa şov dünyasındayız.
Yarışmacılar birbirlerini boyalı mermilerle avlamaya çalışırken biz de milletçe nefesimizi tutup izleyeceğiz.
Amaç, herkes kendi tuttuğu takımı SMS atarak desteklerken kimsenin sokakta çatışmaya zaman bulamaması.
Helal sakallı bir yiğidin küpeli bir delikanlı ile mücadelesinin heyecanla izlenmesi mesela.
Ya da K. Atatürk dövmeli hanım kızın poşulu hemcinsiyle rekabetinin bizi ekran başına kilitlemesi.
İç savaş ortamının televizyon ekranında tüm yönleriyle, temsili olarak canlandırılması.
Gökçeada atmosferinde her şeyin aslında oyun ve tezgâhtan ibaret olduğunun altının çizilmesi.
Hatta takımlara birkaç “selebriti” takviyesiyle her şey daha da renkli hale getirilebilir. Yıldız Tilbe bir takıma, Nihat Doğan diğer takıma... Hem arada şarkı da söylerler.
Böylece hem milletin gazı alınacak hem de çatışmalar tarafların belli ölçülerde tatmin edilmesi yoluyla yumuşayacaktır.
Aksiyona ve adrenaline doyan halkımızın sokakta birbirini tepelemeye hali ve isteği kalmayacaktır.
Hem de televizyonlarımız bol reklam alacak bir müzik-eğlence programı kazanmış olacaktır. Kazan-kazan durumu diye işte buna denir!
Tabii ülkemizde iç savaş çıkarmaya çalışan iç ve dış güçlere, bu program sayesinde daha çok para kazanacaklarını hakkıyla anlatmak gerekliliği de vardır.
Çünkü şu kavanoz dipli dünyada barış ne zaman olur? Kimse savaştan para kazanmadığında. Barış daha kârlı göründüğünde.

 

 

 

 

 

 

 

  

 

15 Ekim 2014 Çarşamba

Arabeskin muhteşem zaferi

Elimde müzik yazarı Yavuz Hakan Tok’un yeni çıkan “Acıların Kadını Bergen” kitabı var. Roman tadında ve etkileyici bir biyografi.
Arabeskin ete-kemiğe bürünmüş hali olan bir kadının gerçekten acılı macerası film gibi canlanıyor gözünüzde.
Okurken düşünmeden edemedim: Aslında Bergen erken gelmiş dünyaya. Tam bugünün yıldızıymış. Şimdi yaşasa Hadise’yi, Atiye’yi, hatta Sertab Erener’i rahat sollar....

Çünkü günümüzde arabesk ile rekabet etmek çok zor. Hatta neredeyse imkânsız.
Rock da yapsan caz da, pop da söylesen türkü de, para kazanmak istiyorsan patlatacaksın arabeski.
Her zaman popüler bir türdü ama son yıllarda tek hakim, yegâne lider, mutlak güç haline geldi.
Bugün İbrahim Tatlıses klasiklerinden Fairuz Derin Bulut nağmelerine uzanan, geniş bir cephaneliği var. Gönlüne göre seç kullan. Arabesk insanın kendisine yakışanı giymesidir.
Sadece müzikle kalmadı tabii. Popüler sanatların diğer alanları da aldı nasibini bu zaferden.
Bugün reytingi en yüksek diziler olaya en “damardan” girenler. En çok ağlatanlar, yüreğimizi dağlayanlar. Medya arabesk kültürün “upgrade” versiyonlarıyla dolu.
Bu zaferi bileğinin hakkıyla kazandı. Yıllarca televizyonlarda ve radyolarda yasaklı olmasına rağmen direnerek.
Hor görülmelere, aşağılanmalara, kenara atılmalara rağmen pes etmeyerek. Hatta bunlarla beslenerek.
Tabii halk müziğine yeni ve yaratıcı sentezler getirenlerin zamanla azalmasının da etkisi var.
Yeni kuşaklardan Barış Manço, Cem Karaca, Fkret Kızılok, Selda Bağcan gibi çağdaş halk ozanları az çıkınca boşluğu sokaklardan gelen arabesk dolduruverdi.
Sezen Aksu’nun “damara” girmesi, Müslüm Gürses’in Açıkhava Tiyatrosu’nda konser vermesi, entellerin Etiler’e Yıldız Tilbe dinlemeye gitmesiyle falan da aradığı prestije kavuştu.
Söylemek istemezdim ama Arabeskin yükselişi aslında Tayyip Erdoğan ve AKP’nin yükselişiyle paralel.
AKP de yok sayılmış, hor görülmüş, varoşlara sıkışmış “arabesk” kesimlerin tepkisiyle doldurdu yelkenini.
Nitelikli çağdaş siyasetçilerin azalmasıyla, sistemin çürümesiyle oluşan boşluğa yayıldı yavaş yavaş.
Tabii kendisine “acıların partisi” havası vermeyi de ihmal etmedi. Hatta 12 yıllık iktidarın ardından bile öyleymiş gibi yapabiliyor.
Balkan-Akdeniz ülkesi olmak hevesiyle kurulmuş Türkiye’de yaşayanların çoğunluğu Ortadoğulu olmayı seçince de konu kapandı.
Sonuçta arabeskin kültür alanında kazandığı mutlak zaferin bir benzerini AKP siyasette kazandı.
“Acıların Kadını Bergen” kitabını okuduğumuz şu günlerde AKP iktidarına ömür biçmek zor. Arabeskin iktidarı ise galiba yeni başlıyor.


Aydınlık, 15 Ekim 2014

13 Ekim 2014 Pazartesi

Romancının yapacağı yorum anca bu kadar olur

“Senin aslında ne istediğini bilmiyor muyuz sanki!”
“Demokrasiyi sizin gibilerden öğrenecek değiliz!”
“Sen önce dön de kendi soyuna sopuna bak!”
Bunlar siyaset arenasında her gün duymaya alışkın olduğumuz tartışma sözleri, değil mi?
Tabii üç aşağı-beş yukarı benzerlerini kültür-sanat dünyasında da duymak mümkün.
“Ben okumam varoş çocuklarının yazdığı romanı!”
“Kolejli kızların yaptığı muhalif müzikten ne olur ki zaten!”
Hatta gündelik hayatımızda sık sık duyar ve bazen de dayanamayıp kullanırız böyle sözleri.
“Kadın değil mi, park edemez tabii!”
Türkiye’de köşe yazılarının çoğu bu mantıkla yazılır. Siyasi nutukların geneli bu mantıkla atılır.
Memleketin hakim mantığıdır ve adına Latince’de “Argumentum ad hominem” denmektedir.
Tepkiyi ya da cevabı karşımızdakinin duruşuna ya da fikrine değil, doğrudan şahsına yönlendirmektir. Önerme yerine önermeyi yapan kişiyi tartışma konusu yapmak.
Dünyada bu mantıksal bir safsata olarak kabul edilir. Yazar dostum Alper Canıgüz ise basitçe “mantık hatası” ya da "bağlam özürlülük" der.
Bruce Lee’nin sevdiği deyimle, karşımızdakinin işaret ettiği yere değil, parmağına bakmaktır.
Genellikle “Şu salağın parmağına da bakın ha-ha-ha!” derken gösterdiği kaplan tarafından mideye indirilmeye yol açar.
Sorun şu ki, siyasi ya da kültürel tartışmalarımızın neredeyse tamamı işte bu safsata üzerine kuruludur.
“Argumentum ad hominem” yasaklansa, memlekette tartışma kalmaz. Köşe yazarlarının ve siyasetçilerin çoğu işsiz kalır.
Çünkü kavramlar yerine birbirimizin soyunu-sopunu, özel hayatını, kişiliğini ya da mazisini mevzu ederiz biz.
Böyle olduğu için de hiçbir tartışma mantıklı bir senteze varmaz. Düşünce zemini oluşmaz.
Yabancılarla tartışırken de aynı şeyi yaptığımız içindir ki dünya medyası şaşkın gözlerle bakar bize.
Psikolojik sebeplere girmek uzun sürer ama benlik sorunlarından kaynaklandığı söylenebilir belki.
“Ad hominem” birebir çevrildiğinde “kişiye” anlamına geliyor. Tartışmada her şeyi kişisel almak ya da kişiselleştirmek gayreti.
“Sen asıl kendine bak!” ya da “Sana benzer!” çocukların favori tartışma argümanlarıdır, malum.
Demek ki bir toplumun “ad hominem” düzeyini aşıp kavramlarla tartışmaya başlaması az buçuk kemale ermesine bağlı. 
O zamana kadar da birbirimize gösterdiklerimizi değil sadece bir sürü parmak görmeye devam edeceğiz. Herkes manikürünü yaptırsın.
t.k
 

8 Ekim 2014 Çarşamba

Akil insanlar göreve!

Öyle vitrin meşhurlarından falan bahsetmiyorum ha! Sözde değil özde akil olacaklar.
Hem aklı selim sahibi olacaklar hem de belli bir ağırlıkları, derinlikleri, perspektifleri olacak.
Tek taraflı bir koro da olmayacak... Hükümetçisi, Atatürkçüsü, cemaatcisi, Kürdü, Türkü hepsi olacak içinde.
Kendi egolarını tatmin için değil, “hal çaresi” bulmak için bir araya gelmiş olacaklar.
Birbirlerine afra-tafra yapmayacaklar masaya oturduklarında. Gönül gözleri açık olacak.
“Neyi bozabiliriz” diye değil, “neyi çözebiliriz” diye düşünecekler bir araya gelirken.
Çünkü son yıllarda bizi üşüten hava değil. Ilıman geçen kışların aksine, “soğuk iç savaş” ile donduk.
Bu tabiri kim icat etti bilmem ama eskiden bin yıllık İttihatçı-İtilafçı çatışması için kullanılırdı.
Bugünse daha şiddetli hissediliyor soğuk iç savaşın kışı. Sınıf savaşı desen değil, aç sınıfın laneti desen hiç değil, bir garip rant kavgası.
Taaruzları, muharebeleri, ricatları ve zayiatları her Allah’ın günü şaşkınlıkla izliyoruz. İçimizdeki Kobane bitmek bilmiyor!
Seçim kampanyaları boyunca gördüğümüz normal bir siyasi yarış değil; adeta kan davasıydı.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra da durumun normalleşeceğine dair bir emare yok. Belli ki toplumsal ayrışma hızlanarak sürecek.
Çok şükür şimdilik Ukrayna ve Yugoslavya’daki gibi sokakta karşılıklı silahlar konuşmuyor ama soğuk savaşın tansiyonu yükseliyor her geçen gün.
Şimdi aklı selim sahibi insanlara düşen, birleştirici olmak. Ayrıştıranlara, çatıştıranlara inat. Soğuk iç savaşın üşüttüğü insanlara sıcak duygularla yaklaşmak.
İnsanlar korkarak yaşıyor. Hangi partiye oy verirlerse versinler. Hangi “mahalleden” olurlarsa olsunlar.
Bize korkularla beslenecek ruh emiciler değil, o korkuları giderecek gerçek kanaat önderleri gerek.
Bu yüzden, bir ara pek moda olan “Akil İnsanlar” olayına asıl şimdi ve burada ihtiyaç var.
Vicdanlı kanaat önderleri her kesimde mevcut. Mesele, mahallelerinden ve fani işlerden bağımsız davranıp davranamayacakları.
“Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmak ya da olmamak, işte bütün mesele. Alametler gösteriyor ki, savaşın sıcağa dönmemesi bu sayede olacak.
Ya sağlayacağız ulusal barışı ya da sonunda birileri gelip bizim yerimize sağlayacak, Ukrayna ve Yugoslavya’da olduğu gibi.
İşte şimdi önümüzdeki seçim.

4 Ekim 2014 Cumartesi

Bir nevi bayram yazısı

Bu önceki bir yazının bayramlık giymiş hali.
İlk romanım 2002'de yayımlandı.
Birkaç yıl sonra da, birileri benden kurtulmak için düğmeye basıverdi.
Saldırı o zamanlar hayal edemeyeceğim kadar büyük, şiddetli ve acımasızdı.
Hazırlıksız yakalanmıştım.
Aynı anda hem mesleğime hem de özel hayatıma kast eden bir imha operasyonuydu.
Hatta adına "magazin" denen yeni bir silah bi...
le deneniyordu. Sonradan başka yazarlar üzerinde de kullanılacaktı.
Gazetesinin tüm yazarlarını beni bitirmek için seferber eden yayın yönetmeni bile gördüm.
Kırk yıllık arkadaşlarımın saldırının büyüklüğü karşısında korkup beni yalnız bırakmasına tanık oldum.
Olayın detaylarını ancak yıllar içinde keşfedebildim.
Arkasında hangi siyasi oyunların olduğunu.
Gencecik bir yazarı "bitirmek" için çevrilen dolapların neler olduğunu tek tek açığa çıkardım.
Her şeyin göründüğünden ne kadar farklı olduğunu... Rüzgârgüllerinin gizli hesaplarını...
Onları da bir gün anlatırım belki.
Şimdi olmasa bile yaşlılığımda.
Sonuçta hayatta kaldım.
Üretmeye ve ürettiklerimi paylaşmaya her koşulda devam ettim.
Tarihte çok daha ağır şeylere maruz kalmış yazarların yaşadıklarını aklımda tutmaya çalıştım.
Geçtiğimiz 12 yıl boyunca güçlendim, ustalaştım ve daha iyi bir savaşçıya dönüştüm.
Bir kez daha bütün arkadaşlarım sırt çevirse bile nasıl ayakta duracağımı öğrendim.
Bu arada, gerçek arkadaşlar edinmeyi de ihmal etmedim tabii.
Bugün arkamda otuz bin okurla huzurlarınızdayım.
Yazmaya ve üretmeye devam ederek.
Medyadaki hiçbir ucuz oyunun içinde yer almayarak.
Kimsenin adamı falan olmayarak.
Bütün mahallelerin vicdan sahibi, namuslu insanlarıyla yürek dayanışması içinde kalarak.
Genç okurlar bazen sorar, bütün o vahşete rağmen bugünlere nasıl geldiğimi.
Onlara söyleyebileceğim tek şey: Gönül gözünüzü körleştirmelerine sakın ha izin vermeyin.
Daha iyi savaşmayı öğrenirken, en sağlam direnişin kalbi temiz tutmak olduğunu da hatırlayın.
Başbakanlar, cumhurbaşkanları ve krallar gelip geçecek.
Bu okuduğunuz yazıysa bâki kalacak. Bunu asla unutmayın.
Hepimize iyi bayramlar!