15 Ekim 2014 Çarşamba

Arabeskin muhteşem zaferi

Elimde müzik yazarı Yavuz Hakan Tok’un yeni çıkan “Acıların Kadını Bergen” kitabı var. Roman tadında ve etkileyici bir biyografi.
Arabeskin ete-kemiğe bürünmüş hali olan bir kadının gerçekten acılı macerası film gibi canlanıyor gözünüzde.
Okurken düşünmeden edemedim: Aslında Bergen erken gelmiş dünyaya. Tam bugünün yıldızıymış. Şimdi yaşasa Hadise’yi, Atiye’yi, hatta Sertab Erener’i rahat sollar....

Çünkü günümüzde arabesk ile rekabet etmek çok zor. Hatta neredeyse imkânsız.
Rock da yapsan caz da, pop da söylesen türkü de, para kazanmak istiyorsan patlatacaksın arabeski.
Her zaman popüler bir türdü ama son yıllarda tek hakim, yegâne lider, mutlak güç haline geldi.
Bugün İbrahim Tatlıses klasiklerinden Fairuz Derin Bulut nağmelerine uzanan, geniş bir cephaneliği var. Gönlüne göre seç kullan. Arabesk insanın kendisine yakışanı giymesidir.
Sadece müzikle kalmadı tabii. Popüler sanatların diğer alanları da aldı nasibini bu zaferden.
Bugün reytingi en yüksek diziler olaya en “damardan” girenler. En çok ağlatanlar, yüreğimizi dağlayanlar. Medya arabesk kültürün “upgrade” versiyonlarıyla dolu.
Bu zaferi bileğinin hakkıyla kazandı. Yıllarca televizyonlarda ve radyolarda yasaklı olmasına rağmen direnerek.
Hor görülmelere, aşağılanmalara, kenara atılmalara rağmen pes etmeyerek. Hatta bunlarla beslenerek.
Tabii halk müziğine yeni ve yaratıcı sentezler getirenlerin zamanla azalmasının da etkisi var.
Yeni kuşaklardan Barış Manço, Cem Karaca, Fkret Kızılok, Selda Bağcan gibi çağdaş halk ozanları az çıkınca boşluğu sokaklardan gelen arabesk dolduruverdi.
Sezen Aksu’nun “damara” girmesi, Müslüm Gürses’in Açıkhava Tiyatrosu’nda konser vermesi, entellerin Etiler’e Yıldız Tilbe dinlemeye gitmesiyle falan da aradığı prestije kavuştu.
Söylemek istemezdim ama Arabeskin yükselişi aslında Tayyip Erdoğan ve AKP’nin yükselişiyle paralel.
AKP de yok sayılmış, hor görülmüş, varoşlara sıkışmış “arabesk” kesimlerin tepkisiyle doldurdu yelkenini.
Nitelikli çağdaş siyasetçilerin azalmasıyla, sistemin çürümesiyle oluşan boşluğa yayıldı yavaş yavaş.
Tabii kendisine “acıların partisi” havası vermeyi de ihmal etmedi. Hatta 12 yıllık iktidarın ardından bile öyleymiş gibi yapabiliyor.
Balkan-Akdeniz ülkesi olmak hevesiyle kurulmuş Türkiye’de yaşayanların çoğunluğu Ortadoğulu olmayı seçince de konu kapandı.
Sonuçta arabeskin kültür alanında kazandığı mutlak zaferin bir benzerini AKP siyasette kazandı.
“Acıların Kadını Bergen” kitabını okuduğumuz şu günlerde AKP iktidarına ömür biçmek zor. Arabeskin iktidarı ise galiba yeni başlıyor.


Aydınlık, 15 Ekim 2014

13 Ekim 2014 Pazartesi

Romancının yapacağı yorum anca bu kadar olur

“Senin aslında ne istediğini bilmiyor muyuz sanki!”
“Demokrasiyi sizin gibilerden öğrenecek değiliz!”
“Sen önce dön de kendi soyuna sopuna bak!”
Bunlar siyaset arenasında her gün duymaya alışkın olduğumuz tartışma sözleri, değil mi?
Tabii üç aşağı-beş yukarı benzerlerini kültür-sanat dünyasında da duymak mümkün.
“Ben okumam varoş çocuklarının yazdığı romanı!”
“Kolejli kızların yaptığı muhalif müzikten ne olur ki zaten!”
Hatta gündelik hayatımızda sık sık duyar ve bazen de dayanamayıp kullanırız böyle sözleri.
“Kadın değil mi, park edemez tabii!”
Türkiye’de köşe yazılarının çoğu bu mantıkla yazılır. Siyasi nutukların geneli bu mantıkla atılır.
Memleketin hakim mantığıdır ve adına Latince’de “Argumentum ad hominem” denmektedir.
Tepkiyi ya da cevabı karşımızdakinin duruşuna ya da fikrine değil, doğrudan şahsına yönlendirmektir. Önerme yerine önermeyi yapan kişiyi tartışma konusu yapmak.
Dünyada bu mantıksal bir safsata olarak kabul edilir. Yazar dostum Alper Canıgüz ise basitçe “mantık hatası” ya da "bağlam özürlülük" der.
Bruce Lee’nin sevdiği deyimle, karşımızdakinin işaret ettiği yere değil, parmağına bakmaktır.
Genellikle “Şu salağın parmağına da bakın ha-ha-ha!” derken gösterdiği kaplan tarafından mideye indirilmeye yol açar.
Sorun şu ki, siyasi ya da kültürel tartışmalarımızın neredeyse tamamı işte bu safsata üzerine kuruludur.
“Argumentum ad hominem” yasaklansa, memlekette tartışma kalmaz. Köşe yazarlarının ve siyasetçilerin çoğu işsiz kalır.
Çünkü kavramlar yerine birbirimizin soyunu-sopunu, özel hayatını, kişiliğini ya da mazisini mevzu ederiz biz.
Böyle olduğu için de hiçbir tartışma mantıklı bir senteze varmaz. Düşünce zemini oluşmaz.
Yabancılarla tartışırken de aynı şeyi yaptığımız içindir ki dünya medyası şaşkın gözlerle bakar bize.
Psikolojik sebeplere girmek uzun sürer ama benlik sorunlarından kaynaklandığı söylenebilir belki.
“Ad hominem” birebir çevrildiğinde “kişiye” anlamına geliyor. Tartışmada her şeyi kişisel almak ya da kişiselleştirmek gayreti.
“Sen asıl kendine bak!” ya da “Sana benzer!” çocukların favori tartışma argümanlarıdır, malum.
Demek ki bir toplumun “ad hominem” düzeyini aşıp kavramlarla tartışmaya başlaması az buçuk kemale ermesine bağlı. 
O zamana kadar da birbirimize gösterdiklerimizi değil sadece bir sürü parmak görmeye devam edeceğiz. Herkes manikürünü yaptırsın.
t.k
 

8 Ekim 2014 Çarşamba

Akil insanlar göreve!

Öyle vitrin meşhurlarından falan bahsetmiyorum ha! Sözde değil özde akil olacaklar.
Hem aklı selim sahibi olacaklar hem de belli bir ağırlıkları, derinlikleri, perspektifleri olacak.
Tek taraflı bir koro da olmayacak... Hükümetçisi, Atatürkçüsü, cemaatcisi, Kürdü, Türkü hepsi olacak içinde.
Kendi egolarını tatmin için değil, “hal çaresi” bulmak için bir araya gelmiş olacaklar.
Birbirlerine afra-tafra yapmayacaklar masaya oturduklarında. Gönül gözleri açık olacak.
“Neyi bozabiliriz” diye değil, “neyi çözebiliriz” diye düşünecekler bir araya gelirken.
Çünkü son yıllarda bizi üşüten hava değil. Ilıman geçen kışların aksine, “soğuk iç savaş” ile donduk.
Bu tabiri kim icat etti bilmem ama eskiden bin yıllık İttihatçı-İtilafçı çatışması için kullanılırdı.
Bugünse daha şiddetli hissediliyor soğuk iç savaşın kışı. Sınıf savaşı desen değil, aç sınıfın laneti desen hiç değil, bir garip rant kavgası.
Taaruzları, muharebeleri, ricatları ve zayiatları her Allah’ın günü şaşkınlıkla izliyoruz. İçimizdeki Kobane bitmek bilmiyor!
Seçim kampanyaları boyunca gördüğümüz normal bir siyasi yarış değil; adeta kan davasıydı.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra da durumun normalleşeceğine dair bir emare yok. Belli ki toplumsal ayrışma hızlanarak sürecek.
Çok şükür şimdilik Ukrayna ve Yugoslavya’daki gibi sokakta karşılıklı silahlar konuşmuyor ama soğuk savaşın tansiyonu yükseliyor her geçen gün.
Şimdi aklı selim sahibi insanlara düşen, birleştirici olmak. Ayrıştıranlara, çatıştıranlara inat. Soğuk iç savaşın üşüttüğü insanlara sıcak duygularla yaklaşmak.
İnsanlar korkarak yaşıyor. Hangi partiye oy verirlerse versinler. Hangi “mahalleden” olurlarsa olsunlar.
Bize korkularla beslenecek ruh emiciler değil, o korkuları giderecek gerçek kanaat önderleri gerek.
Bu yüzden, bir ara pek moda olan “Akil İnsanlar” olayına asıl şimdi ve burada ihtiyaç var.
Vicdanlı kanaat önderleri her kesimde mevcut. Mesele, mahallelerinden ve fani işlerden bağımsız davranıp davranamayacakları.
“Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmak ya da olmamak, işte bütün mesele. Alametler gösteriyor ki, savaşın sıcağa dönmemesi bu sayede olacak.
Ya sağlayacağız ulusal barışı ya da sonunda birileri gelip bizim yerimize sağlayacak, Ukrayna ve Yugoslavya’da olduğu gibi.
İşte şimdi önümüzdeki seçim.

4 Ekim 2014 Cumartesi

Bir nevi bayram yazısı

Bu önceki bir yazının bayramlık giymiş hali.
İlk romanım 2002'de yayımlandı.
Birkaç yıl sonra da, birileri benden kurtulmak için düğmeye basıverdi.
Saldırı o zamanlar hayal edemeyeceğim kadar büyük, şiddetli ve acımasızdı.
Hazırlıksız yakalanmıştım.
Aynı anda hem mesleğime hem de özel hayatıma kast eden bir imha operasyonuydu.
Hatta adına "magazin" denen yeni bir silah bi...
le deneniyordu. Sonradan başka yazarlar üzerinde de kullanılacaktı.
Gazetesinin tüm yazarlarını beni bitirmek için seferber eden yayın yönetmeni bile gördüm.
Kırk yıllık arkadaşlarımın saldırının büyüklüğü karşısında korkup beni yalnız bırakmasına tanık oldum.
Olayın detaylarını ancak yıllar içinde keşfedebildim.
Arkasında hangi siyasi oyunların olduğunu.
Gencecik bir yazarı "bitirmek" için çevrilen dolapların neler olduğunu tek tek açığa çıkardım.
Her şeyin göründüğünden ne kadar farklı olduğunu... Rüzgârgüllerinin gizli hesaplarını...
Onları da bir gün anlatırım belki.
Şimdi olmasa bile yaşlılığımda.
Sonuçta hayatta kaldım.
Üretmeye ve ürettiklerimi paylaşmaya her koşulda devam ettim.
Tarihte çok daha ağır şeylere maruz kalmış yazarların yaşadıklarını aklımda tutmaya çalıştım.
Geçtiğimiz 12 yıl boyunca güçlendim, ustalaştım ve daha iyi bir savaşçıya dönüştüm.
Bir kez daha bütün arkadaşlarım sırt çevirse bile nasıl ayakta duracağımı öğrendim.
Bu arada, gerçek arkadaşlar edinmeyi de ihmal etmedim tabii.
Bugün arkamda otuz bin okurla huzurlarınızdayım.
Yazmaya ve üretmeye devam ederek.
Medyadaki hiçbir ucuz oyunun içinde yer almayarak.
Kimsenin adamı falan olmayarak.
Bütün mahallelerin vicdan sahibi, namuslu insanlarıyla yürek dayanışması içinde kalarak.
Genç okurlar bazen sorar, bütün o vahşete rağmen bugünlere nasıl geldiğimi.
Onlara söyleyebileceğim tek şey: Gönül gözünüzü körleştirmelerine sakın ha izin vermeyin.
Daha iyi savaşmayı öğrenirken, en sağlam direnişin kalbi temiz tutmak olduğunu da hatırlayın.
Başbakanlar, cumhurbaşkanları ve krallar gelip geçecek.
Bu okuduğunuz yazıysa bâki kalacak. Bunu asla unutmayın.
Hepimize iyi bayramlar!