30 Eylül 2013 Pazartesi

Biraz barbarsın yavrum

İstanbul Bienali, sloganını şair Lale Müldür’ün unutulmaz kitabından almış: “Anne, ben barbar mıyım?”
Süper zamanlama! Bu devirde hepimiz annemize koşup bunu sormalıyız işte.
Biber gazı kapsülünü eylemcinin gözüne nişanlayan polis sormalı. “Anne, ben barbar mıyım?”
Kitleleri birbirine düşürmekten medet uman siyasetçi sormalı. “Anne ben barbar mıyım?”
Japon turiste tecavüz edip öldüren köylüler sormalı. “Anne ben barbar mıyım?”
Suriye’de çocuk zehirleyip kelle kesen psikopata “özgürlük savaşçısı” diyenler sormalı. “Anne, ben barbar mıyım?”
Dolmabahçe Bezmiâlem Valide Sultan Camii İmamı’nı, yalan söylemiyor diye sürenler sormalı. “Anne, ben barbar mıyım?”
Çapulculuğu başka şey sanıp sokakta türbanlı kadınları taciz edenler sormalı. “Anne, ben barbar mıyım?”
Parkta el ele oturan sevgilileri gözaltına almaya kalkanlar sormalı. “Anne, ben barbar mıyım?”
Mardin’de kan davası ayağına, kadın-çocuk demeden katliam yapanlar sormalı. “Anne, ben barbar mıyım?”
Kendisinden farklı olanın ibadethanesine bile saygı göstermeyenler sormalı. “Anne, ben barbar mıyım?”
Güneydoğu’da akan kan durmasın, analar ağlamaya devam etsin isteyenler sormalı. “Anne, ben barbar mıyım?”
Gerçekleri söyleyene iftira atanlar, hakkında iğrenç dedikodular çıkaranlar sormalı. “Anne, ben barbar mıyım?”
Zaten 1998’de çıkan kitabında, “Artık elmas sertliğinde sorular sormanın zamanı gelmiştir” demiş Lale Müldür. “Herkesi içini dökmeye, ortak psikoterapiye davet ediyorum.”
Yıllar sonra sanatçılar bu davete icabet etmiş. Bienal’in küratörü Fulya Erdemci, odak noktasının “siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri” olduğunu açıklamış.
Allah için, kamusal alanlardaki eylemlerle geçmiş bir yazın ardından isabet olmuş!
Fulya Hanım’ın dediğine göre, sanatın silkinip kendine dönmesi ve garibanların sesi olması gerekiyor.
Tabii bunu daha “entel” cümlelerle söylemiş ama mesaj kabaca bu. Haliyle, destekliyoruz kendisini.
Ama “Anne ben barbar mıyım?” sorusuna en manidar cevap, Bienal ile aynı günlerde gösterime giren filmden geldi.
Soner Yalçın’ın çektiği, Sivas Katliamı’nı anlatan “Menekşe’den Önce” filminden.
Malum sahnede, Madımak Oteli içindekilerle birlikte yanıyor, etrafına toplananlar alkış tutuyor, tekbir getiriyor. Anadolu’nun ortaçağından bir kesit…
Bu sahneyi hepimizin anası Anadolu’ya gösterip sorsak “Anne, ben barbar mıyım?” diye.
Gözyaşlarını sildikten sonra bize acı gerçeği söyleyecektir. “Kusura bakma ama, biraz öylesin be yavrum!”

Aydınlık; 23 Eylül 2013 


Ölmediler, yaşadılar!

Eski Romalılar, birinin ölümünü duyurmak için “Vixit” dermiş. “Yaşadı” anlamında.
Gidenin ardından üzülmek yerine, dünyadan o gelip geçti diye sevinirlermiş.
Ardı ardına kaybettiğimiz Tuncel Kurtiz ve Turgut Özakman, “vixit” sözünü hak edenlerden.
Onlardan “öldüler” diye değil, “yaşadılar” diye bahsetmek çok daha doğru.
Çünkü sandığımızın aksine, “yaşamak” aslında her babayiğidin harcı değil. Hele şu devirde.
Kocaman bir yürek, berrak bir zihin ve gönül gerekiyor. Uyanık ve farkında olmak…
İşin kötüsü, günümüzde farkında olmak, Romalıların zamanına göre çok daha zor. 
Bizi uyutmak isteyenin bini bir para! Din bezirgânından siyaset simsarına, para babasından medya tellalına…
Hepsi de insanı bitkisel hayata sokup hissiz, düşüncesiz, tepe sersemi yapmak peşinde. 
Teknoloji bile birbirimize ulaşmamızdan çok, dünyanın çevresini her gün defalarca turlayan sermayenin peşinden şuursuzca koşmamızı sağlamak için.
Matrix filmindeki gibi, sanal bir gerçekliğin içinde kendimizi kaybetmemiz işten değil.
Sloganlar, nutuklar, güç ve gövde gösterileri hep bunun için. Saniyede binlerce veri transferi bu yüzden…
Bu yüzden dostun vefasız, düşmanın namert, aşkın ise piyasada mundar olması…
Çoğumuz zombi gibi dolaşıyoruz dünyada. Bencil robotlardan farkımız kalmıyor.
Arada uyanır gibi olsak binmeye kalkıyorlar tepemize, geçtiğimiz Haziran ayında olduğu gibi.
Böyle formatlanmış bir matrisin içinde organik hayatlar yaşamak kolay değil.
Uyanıklığını ve farkındalığını koruyacaksın. Bilincini illüzyonlara karşı her an savunmayı bileceksin.
Hazreti Hamza gibi sakin ama tetikte olacaksın, saçma sapan şeylerle uyutamasınlar diye.
Şimdi bırakalım Tuncel Kurtiz ve Turgut Özakman’ın ortaya koydukları eserleri…
Onca filmi, kitabı, piyesi ve yetiştirdikleri yüzlerce öğrenciyi bir an için bilmediğimizi varsayalım…
Onlar, sırf gerçekten yaşamayı başardıkları için bile hayran olmaya değer iki usta.
Hiçbir zaman kan uykusuna yatmamış, tüm hayatlarını açık gözler ve gönüllerle geçirmişler.
Bu yüzden gerçekten “yaşamışlar” işte. Gezegendeki milyonlarca kişinin aksine…
Kurtiz ve Özakman gibilere “öldüler” denmez. Olsa olsa “yaşadılar” denir. Ne mutlu ikisine!

Aydınlık; 30 Eylül 2013 



25 Eylül 2013 Çarşamba

Dört ihtimalli maç

Bizim bildiğimiz, maçlar üç ihtimallidir: Galibiyet, mağlubiyet, beraberlik…
Meğer bir ihtimal daha varmış, Pazar akşamı gördük.
Maçtan önce, “yükselenim Çarşı” diyen Galatasaraylılar olarak, üç ihtimale de sevinecek haldeydik.
Çünkü Çarşı’nın memleketteki haksızlıklara karşı çıkmasını da, Biliç’in felsefesini da tutuyorduk.
Galatasaray kazanırsa, “fikri hür, vicdanı hür” Tevfik Fikret’in torunları kazanacaktı.
Beşiktaş kazanırsa, haksızlıklara delikanlıca karşı çıkan Çarşı’nın çocukları…
Galatasaray kazanırsa, “Çare Drogba”nın karizması kazanmış olacaktı. Beşiktaş kazanırsa, “Sosyalist Biliç”in felsefesi. 
Beraberlik zaten en “sosyalist” sonuç olurdu. Puanlar kardeşçe “paylaşılacağı” için.
Tabii Beşiktaşlılar da mutluydu. Kazanamasalar bile hem lider kalacak hem de lig tarihinin seyirci rekorunu kırmış olacaklardı.
Yani bütün ihtimaller mutluluk vericiydi Atatürk Olimpiyat Stadı’nda. Son derece rahattık.
Fakat birileri bu mutluluğu iki tarafa da çok gördü. Karanlık bir güç devreye girdi.
Hep üç ihtimalli sandığımız futbolda dördüncü bir ihtimalin de olduğu ortaya çıktı.
Futbolla falan ilgisi olmayan, karanlık, lanetli, Allah’ın belası bir ihtimal…
Aslında yeni de değil. Biraz düşününce insanlık tarihi bunun örnekleriyle dolu.
Yugoslavya savaşını başlatan Dinamo Zagrep-Kızılyıldız maçından Dinamo Kiev’li futbolcuların Naziler tarafından kurşuna dizilmesine yol açan maça kadar…
Hep aynı oyunlar, aynı provokasyonlar, yeşil sahanın üzerinde dolaşan aynı karanlık el…
Alemin karanlık güçleri bırakmıyor futbol sadece futboldan ibaret olsun. Seyreden neşeyle dolsun.
Bazen böyle el atıyorlar meseleye. Kendi oyunlarını dayatmak istediklerinde…
Pazar akşamı kurallarını bilmediğimiz, oyuncularını göremediğimiz bir oyun oynandı.
Hepimizin tahminleri de var, o tahminlerin dayandığı somut gerçekler de.
Sonuç olarak üç ihtimalli diye bildiğimiz futbol birden dört ihtimalli oluverdi.
Birden gerçekleşen bu dördüncü ihtimal bütün spor neşemizi, mutluluğumuzu aldı götürdü.
Kim var bu işin arkasında bilmiyoruz ama yazar Murat Menteş’in cümlesini biliyoruz. “Yobaz, bir başkası mutlu olacak diye ödü kopan kimsedir.”

Aydınlık; 25 Eylül 2013

18 Eylül 2013 Çarşamba

Rock isyancıdır abiler!

Aman ne sürpriz! Rock albümü çıkaran Antalya Pınarbaşı Köyü İmamı hakkında soruşturma açıldı.
İmam kardeşimiz “Suç işlediğimi düşünmüyorum” dedi. “İmamlık görevimi ve müzik çalışmalarımı sürdüreceğim.”
Helal olsun! Rock’çıya direnmek yakışır. “Sütçü İmam” oluyor da “Rock’çı İmam” niye olmasın?
Zaten bu sene Rock’n Coke festivaline de Gezi sloganları damgasını vurdu.
Şarkı aralarında gençler ortalığı “Her yer Taksim, her yer direniş!” diye inlettiler.
Aylin Aslım gibi yerli sanatçılar onlara sahneden eşlik etti. Arctic Monkeys gibi yabancılar da, tam anlamasalar bile bir durum olduğunu sezip hürmet ettiler.
Kapitalizmin amiral gemisinin düzenlediği festivalde yaşanan bu durum garip görünebilir.
Hatta “gördün mü bak, Gezi’nin arkasında meğer gazoz lobisi varmış!” diyen süper zekâlar bile çıkar.
Oysa aslında olay kimin festivali olduğu değil. O festivalin Rock festivali olması.
Yoksa aynı günlerde R&B “Vestival”i vardı İstanbul’da. Türün en iddialı isimleri oradaydılar. 50 Cent dahil.  
Ne slogan vardı ne bir şey. Cici bici kızlarla adaleli erkekler sakin sakin eğlenip dağıldılar.
Ama mevzu Rock olunca, her yer Taksim oluveriyor işte. Bu o müziğin doğasında var.
Rock dediğin sonuçta sanayileşmiş toplumdaki sistemin ezmeye çalıştığı gençliğin isyan çığlığı değil mi?
Doğum yeri dünyanın bütün Taksim meydanları, İstiklal Caddeleri, Gezi Parkları değil mi?  Haliyle, o her zaman çapulcu.
Gerçi bizim gençliğimizde öyle “çapuling” durumları falan yoktu. 80 darbesinin saçma sapan ortamında büyümeye çalışan, örgütsüz ve şaşkın tiplerdik.
Hatta “örgüt” lafı bile kulağımıza korkunç bir yaratık gibi gelirdi. Zamanın TRT bültenleri yüzünden…
Kolektifleşmek istesek, seçenekler belliydi: Tarikatlar ya da Rock grupları.
O yüzden bizim kuşaktan çok Rock müzisyeni çıktı. Bugün bile, evde davulunu ya da elektrogitarını itinayla saklayan doktorlar, öğretmenler, mühendisler var.
Azimli olanlarsa yola devam etti ve 90’lardaki Türkçe Rock patlamasına imza attılar.
Zaten 80 kuşağının üç-beş sevabından biri budur. Cem Karaca’ların, Erkin Koray’ların ruhunu günümüze taşıması.
Bakmayın şimdi piyasada kel alaka isimlere “Rock’çı” denmesine. Rock’ı yaşatan isyancı olması.
Bu duygunun da, kapitalizmin yaman çelişkilerinin mağduru gençlerin kalbinden gelmesi…
Haliyle, ister Pınarbaşı Köyü’nde olsun ister Rock’n Coke sahnesinde, rock her türlü isyancıdır abiler!     

Aydınlık; 18 Eylül 2013


  




16 Eylül 2013 Pazartesi

Gençlere yer yok


İnsanoğlu prensip olarak yenilikten hoşlanmaz. Yeni fikirlerden hiç hoşlanmaz. Hele bizim toplumda, zinhar!
Ayşe Arman, 81 yaşındaki psikiyatri profesörü Engin Geçtan ile Hürriyet’e röportaj yapmış.
Geçtan o hepimizden genç ve enerjik zihniyle, Gezi eylemlerinin ruh haritasına bakıyor.
“Ben Gezi’de ‘çocuk masumiyeti’ denen duyguyu gördüm” diyor: “Belli bir yaşa kadar korunabilen o şeyi yeni kuşakta gördüm.”
Naçiz tavsiyem, okumayan varsa bulup okusun. Tam anlamıyla arşivlik bir röportaj!
Zaten Ayşe Arman’ı bir numara yapan, “sorması gerekenleri” değil, sahiden merak ettiklerini sorması.
Bizimki gibi bir toplumda bunun ne kıymetli bir özellik olduğunu, insan yaşadıkça daha iyi anlıyor.
Bu nedenle sözüm ne ona ne de fikirleriyle bizi aydınlatan Engin Geçtan’a.
Sözüm hepimize. Gezi eylemleri hakkında konuşan, fikir yürüten, ahkâm kesenlere…
Sorumsa şu: Neden böyle röportajlar bizlerle yapılır da Gezi eylemlerinin gerçek sahibi gençlerle yapılmaz?
Neden röportajlarda ve televizyon programlarında genellikle o gençleri değil de “büyükleri” görürüz?
Yoksa gençlerin lafını anlamamaktan mı korkuyoruz? Karşılarında taş kafalı ihtiyarlar durumuna düşmekten?
Eğer öyleyse, haksız sayılmayız. Bu kuşağın kafası öyle değişik ki, kırk yıllık tartışmalarımız yanlarında süper sıkıcı ve önemsiz kalıyor.
Onlar, yeni yüzyılın mahsulü. Ulusalcılıkmış, İslamcılıkmış, liberallikmiş, hepsine stratosferden bakıyorlar.
O yüzden, ne zaman birileri “kardeşim nedir bu Gezi’cilerin derdi?” diye sorsa aynı cevabı veriyorum: “Bunu bana değil, onlara sorman gerek!”
Çünkü o gençlerin derdi de aynen bu: Kendilerine hiçbir şeyin sorulmaması.
Bir zahmet onların psikolojisini merak edenlerin bile gidip “büyüklere” danışması.
Gerçi Engin Geçtan da söylüyor: “Psikiyatriyi falan bir kenara bıraktım, psikiyatri bundan anlamaz! Her şeyin dışında bir şey oluştu orada. Orada yaratılan modelin, bir benzeri dünyada yok. Hiç olmadı da.”
Aslında her kuşak dünyaya aynı temel içgüdüyle gelir: Eskiyi yıkıp yeniyi kurma içgüdüsü.
Kendinden önceki kuşaklara “van minüt!” çekerek tarih sahnesine çıkmak, rüştünü ispatlamak…
12 Eylül’ün zalim yumruğu altında büyüyen bizim kuşak bunu yapamadı. Ama bu, diğer kuşaklar da yapamayacak demek değil.
Gezi eylemleri de işte bunun ispatı. Yeni bir kuşak geldi ve alayımıza “van minüt!” dedi.
Ama ne dediklerini iktidar da muhalefet de henüz anlayabilmiş değil. Sebebi de mikrofonu bir türlü lütfedip onlara bırakmayışımız.
Alıştığımız formatların dışında, yeni sözler duymaktan korkuyoruz herhalde.
Ya da memlekette henüz kimse gençlere zihninde ve gönlünde yer verecek kadar “yetişkin” değil!

Aydınlık; 16 Eylül 2013


12 Eylül 2013 Perşembe

Bir Kadıköylünün duyguları

Alp Ejder Kantoğlu / Kadıköy
 
Dün gece Kadıköy Süreyya'nın önü. Vicdan, izan, inanç, şeref, dürüstlük ve onurlarını üç kuruşa iktidara satanların utanmadan darbeci dediği gençler. Eşimiz, dostumuz, arkadaşımız, komşularımız. Hiç biri aydan gelmedi her gün görüp konuştuğumuz insanlar. Kısaca bu resimde bizleri hatta kendinizi görüyorsunuz. Orada olmasanız da. İyi bakın herkes nasıl da terörist tipli, tam anarşik vatan millet düşmanları değil mi...

Dün gece binlerce insan son 2-3 aydır yaptığı gibi Moda'dan Boğa'ya çarşı içinden geçerek yürüdü. Haftalardır yapılan yaptık, ne bir esnafa zarar verdik, ne insanları taciz ettik, herkes memnundu. Çünkü yürüyenler yürüyüş bittiğinde yürüdükleri yol üzerinde bulunan evlerine gidecekti. Mesafe yakındı. Semt bizim, gösteri bizim evler bizimdi. Kısaca alan razı satan razıydı çünkü yürüyen Kadıköy'dü. Misafirlerimiz, destekçilerimiz de vardı. Taksim'den, Beşiktaş'tan ve başka yerlerden de ama ezici çoğunluk bizdeydi.

Fakat nedense çağrılmadığı, istenmediği halde illa ben de geleceğim ısrarındaki polis yine ortalığı cehenneme çevirdi. Bombalar attı, insanları dövdü, doktorları dövdü, evlerin kapılarını tekmeledi, balkonlara gaz, taş vb. attı. Kendini uyaranlara hatta evine gitmeye çalışan kadınlara hakaret etti, taciz etti. Kısaca polsi dün gece formdaydı. Peki bizler ne yaptık? Taş, molotof, demir bilye hatta silah falan... Maalesef sadece çer çöpten barikat kuruldu, havai fişek atıldı (adı üstünde havaya atılıyor etraf aydınlanıyor, coşku veriyor başka bir halta yaradığı yok) bir de o barikat denilen yığıntının üstündeki çöpler yakıldı. Evler, ağaçlar, insanların arabaları falan değil sadece o çöpler ve kutuları. Ve defalarca polis müdahalesi yaşandı. Atılan gazın haddi hesabı yoktu. Ben eşim ve çocuğumu Mühürdar tarafında annemde bırakmak zorunda kaldım çünkü 500 metre yürüyp eve gitmeye havadaki yoğun gazdan dolayı çekindim. Oğluma bir şey olacak diye korktum. Oysa aylardır buradaki gösterilerde hiç korkmamıştım çünkü buranın insanı nasıl protesto yapacağını bilir ve bunun hakkını da verir diye düşündüm hep.Ve hiç yanılmadığımı da defalarca gördüm. Ama işe bak ki haftalardır tek bir olayın dahi yaşanmadığı Kadıköy iki gecedir cehenneme döndü. Çünkü birileri en demokratik yoldan dahi protesto edilmeyi kabullenemiyor. Ve birileri bu adamların demokrasi sevdalısı olduklarına inanmamızı bekliyor.

Ben de soruyorum: Haftalardır yoktunuz, tek bir sorun da yoktu. Ne oldu da iki gündür topunuzla, tüfeğinizle ve bütün vicdansızlık ve iğrençliğinizle evimize saldırmaya başladınız? Ne oldu?

10 Eylül 2013 Salı

Olimpiyatın kitabı

Japonya’da kişi başına yılda 25 kitap düşüyor. Türkiye’de ise yılda 6 kişiye 1 kitap.
Acaba “Olimpiyatları niye kaybettik?” diye düşünmeye buradan mı başlasak?
Ne de olsa bir milletin kitap okuması, ana dilinin yazı boyutuna hâkim olması demek. Birbirinin dilinden anlaması...  
Bunu yapmayanın bırak Olimpiyat düzenlemeyi, millet olma şansı var mı? Nasıl öğreneceksin beraber sevinip üzülmeyi?
“Aynı dalın gülüyüz biz” demek hoş. Ama mesele, biraz da o gülü nasıl ifade ettiğin. Ana diline ne kadar aşina olduğun, kaç kelimeyle konuşup yazdığın.
Bir Japon, kitap okumaya bir Türkün ayırdığının 87 katı fazla zaman ayırıyor, neylersin?  
Japonların 87’de biri kadar az zamanı okumakla geçiren bir millet, düşünme yeteneğini nasıl geliştirsin?
Nasıl düşünsün kavramlarla? Çıkarsamalar yapsın? Özgün ve sağlıklı sentezlere ulaşsın?
Bunlar olmayınca herhangi bir konuda düşünsel tartışma yapmanın imkânı kalmıyor.
Haliyle, tartışmalar ya magazin geyiği ya da ağız dalaşı makamında. Konu ister siyaset olsun ister spor ya da sanat. Fikir alışverişi için zemin müsait değil.
Açıp bakalım televizyonlara: Hep bir ego savaşı, karşılıklı kibir şovları… Yüz senelik siyasi itiş-kakışlar.
Olimpiyatlarda da böyle oldu. “Biz bu işi nasıl yaparız?” sorusunu salim kafayla tartıştığımız, İstanbulluların Olimpiyatlar hakkında kafa yorduğu pek görülmedi.
İktidarı tutanlar İstanbul’un adaylığını destekledi, muhalefeti tutanlar desteklemedi. Kimse neyi, niye yaptığını pek bilmedi.
Japonya’da, milletin %14’ü kitap okuyor. Türkiye’de ise kitap okuyanların oranı %0,01.
Peki neden böyle? Niye bir şeyler yapılmaz? Ne giyip ne içeceğimizi, kaç çocuk doğurup ne kadar dindar olacağımızı söyleyenler bizi neden okumaya teşvik etmez?
“Kitap okuyan vatandaş istiyoruz kardeşim! İster Nâzım Hikmet oku ister Necip Fazıl. Ama illa oku bir şeyler!” sözünü niye duymayız yetkili makamlardan?
Yoksa kitaplara meraklı bir milleti yönetmenin daha zahmetli olacağına mı inanırlar?
Okuyan bir toplum olmakla Olimpiyat düzenleme hakkını kazanmak arasındaki bağlantıyı neden görmezler? Yeterince kitap okumadıkları için mi?
Başbakan’ın yarışın kaybedilmesine samimiyetle üzüldüğüne eminim. Keşke kendisini teselli edecek bir şey söyleyebilsek.
“Bizi çekemedikleri için vermediler!” ya da “Geziciler telekinezi yapmış, yoksa süperdik valla!” falan...
Keriz olduğumuz için, şunu demekle yetinelim: Lütfen yarından tezi yok, Japonlar gibi okuyan bir nesil yetiştirmek için düğmeye basınız. Gerisi bir şekilde kendiliğinden gelecektir! 

Aydınlık; 9 Eylül 2013

4 Eylül 2013 Çarşamba

Beşiktaş sosyalizmi

Eskiden “Sosyalist bilinç” vardı, şimdiyse “Sosyalist Biliç”.
Beşiktaş’ın hocası Slaven Biliç ne demiş:
Buradaki felsefe, güç halkındır.
Oyunculara bunu anlatmaya çalışıyorum.”
Bununla da kalmamış, şöyle devam etmiş:
“Takımda zenginler ve fakirler yok, sınıflar yok.
Halkın desteği var.
Sınıfları ortadan kaldırarak, gücü halka vermeye çalışıyoruz.”
Sonunu da süper bağlamış:
“O bakımdan sosyalist bir takım yaratıyorum diyebilirim.”
Neden olmasın, sosyalizmin sırrına nihayet milletçe varırız belki bu sayede.
Biliç sayesinde!
Slaven Biliç, Yugoslavya’da yetişmiş son kuşağın temsilcisi.
Bir zamanların huzurlu ve müreffeh ülkesi, sosyalist Yugoslavya’da…
Haliyle, spora ve hayata soldan bakıyor.
Ayrıca rock albümleri var. Rock da genellikle sol şeritten gider, malum.
Slaven varken teoriye gerek yok!
Kendisi sosyalizmin en naif hali…
Hani o modası geçti denen sosyalizmin…
Bizde her zaman tu kaka olan sosyalizmin…
Tabii “Halkın takımı” Beşiktaş hemen sevdi Biliç’i.
Onu ve gitarını, “Çarşı”dan biriymiş gibi bağrına bastı. 
“Sosyalizm nedir, ne değildir?” sorusuna cevaben, bugüne kadar ciltler yazılmış. Daha da yazılır.
Eskiden “tu kaka” diyenler de şimdi “demode” diyor sosyalizme;
onu gerektiren şartlar ortadan kalkmış gibi.
Geçenlerde ülkemizi ziyaret eden Marksist kuramcı Terry Eagleton ise şöyle dedi: “Sosyalizm, insanın başkalarının mutluluğuyla mutlu olmasıdır.”
Yani “boş ver başkalarını aslan, sen kendini kurtarmaya bak!” diyen egoizmin tam tersi.
Herkes sırf kendini düşündüğü zaman, takımların hali malum… Futbolcular yalnızları, taraftar da mutsuzları oynuyor.
İşte bizim milli takım.
Beşiktaş ise Biliç gelince silkiniverdi.
Tribünlerle bütünleşti, üç maçının üçünü de aldı.
Artık siyah-beyazlı futbolcuların ve tribünlerin birbirlerinin mutluluğuyla mutlu olabildiğini görmek mümkün…
Bu ruh halinin zıddını da yazar Murat Menteş söylüyor:
“Yobaz, bir başkası mutlu olacak diye aklı çıkan kişidir!”
Yani bir tarafta başkasının mutluluğuyla mutlu olanlar, diğer tarafta başkası mutlu olacak diye korkanlar.
Ortada da “bana ne kardeşim, ben kendi dalgama bakarım!” diyenler.
Şike gölgesindeki futbolumuzun şu zor günlerinde, Beşiktaş seçimini yaptı.
Bu gidişle diğer camialar da yapmak zorunda kalacak.
Hatta belli mi olur, belki de onca aydının yıllarca anlatamadığını Biliç anlatmayı başarır bize.
Başkasının mutluluğuyla mutlu olmak neymiş, görmüş oluruz!

Aydınlık, 4 Eylül 2013