28 Ekim 2013 Pazartesi

Gezi zaten partiydi dostum!

Gezi Partisi kurulmuş, başına da gitarist Cem Köksal geçmiş. Vatana millete hayırlı olsun!
Demokrasi bu, dileyen kurar parti. Rusya’da Biracılar Partisi, Avustralya’da Yaşlılar Partisi, Amerika’da Vejetaryen Parti yok mu?
Bizde de Hayvan Partisi vardı. Başta ümit vaat etse de, nedense belli bir siyasi çevreyle sınırlı kaldı. Siyaset hayvancağızların umurundaymış gibi.    
Cem Köksal’ı müzisyen olarak severiz, sayarız. Alanında önemli işlere imza atmıştır. Üstadın memleketin haline dertlenmek yerine kolları sıvaması da takdire şayan.
Ama “Gezi Partisi” ismi tartışma yarattı. “Siz kim oluyorsunuz da Gezi’yi sahipleniyorsunuz!” diyen bile var.
İnsan, derdini aziz milletimize henüz tam anlatamadığını düşünüyor, yeni partinin. 
Yine de hem siyaset hem de müzik tarihimizde ilginç bir sayfa olacak, orası kesin!
Ayrıca, her geçen gün daha da iç bayıcı olan siyasi atmosfere ucundan renk getirsin razıyız.
Yoksa Gezi’nin siyasi partisi olması zaten zor. Oradaki tepki bizzat siyasetin kendisineydi.
Bakmayın şimdi ihtiyarların dediklerine, derdi özgürlük olan gençlerin düzenlediği bir partiydi Gezi.
Bir sokak partisiydi: Rengârenk, cıvıl cıvıl, muhabbet ve sevgi dolu, günlerce süren…
Davetsiz ajan ve provokatörlerin yoğun mesaisine rağmen barış içinde başlayıp bitmeye niyetli.
Bu yüzden tüm dünyada bu kadar sevildi. Gençler partileri sever. Ezelden beri böyledir.
Partinin en güzeli 68’de Prag’da verildi… 76’da Taksim’de… 89’da Pekin’de... 91’de Sofya ’da… 99’da Seattle’da… Daha dün Kahire’de…
Hepsinde de başrolde, evden partiye gider gibi çıkıp meydanları dolduran gençler, emekçiler.
Onca baskıya ve tehdide rağmen evlerine dönmek istemediler. Çünkü parti sürsün istiyorlardı.
Çünkü genç için şu dünyadaki en buruk manzaralardan biri, bitmiş bir partidir. Az önceki danslar tarih olmuştur çoktan. Garip bir yalnızlık hissidir.
Hatta “Parti bitti” diye bir şarkısı vardır Doris Day’in. Kendisinin en güzel, en hüzünlü şarkılarından…        
Hayatında parti vermemiş, kimsenin partisine takılmamış siyasetçi bu duyguyu nereden bilsin?
“Parti” deyince çoğunun aklına ancak gri takım elbise gelir. Konfetiler ve rengârenk tişörtler değil. Zaten bu yüzden anlayamadılar Gezi’deki ruhu…
Bu sebeple “Gezi Partisi” aslında süper bir kinaye… Tabii bir kinaye olduğunu unutmadığı takdirde! 

Aydınlık; 28 Ekim 2013
  


23 Ekim 2013 Çarşamba

Seçimde çare Bambolini

Kimi “Çare Sarıgül!” diyor, kimileri de Sırrı Süreyya Önder, Kadir Topbaş ya da Levent Kırca.
Herkesin kendince var sebebi. Bense çok af edersiniz, “Çare Bambolini” diyorum.
Kimdir Bambolini? 1969 tarihli “Kasabanın Sırrı” filmindeki Santa Vittoria kasabasının belediye başkanı.
Kendisini Anthony Quinn canlandırır. Hani şu bizim “Çağrı”daki Hazreti Hamza. 

Savaşın en zalim günlerinde, İtalyan kasabasına Nazilerin geleceği duyulunca, asıl belediye başkanı aynen arazi olur. Bambolini’yi zorla başkan yaparlar.
“Zaten bir halta yaramıyor, en kötüsü Naziler öldürür de kurtuluruz!” hesabı.
O sırada yine sarhoş olduğundan, ihalenin üstüne kaldığını anlamaz bile Bambolini.
Ayılıp durumu fark edince tüyecek olur. Sonra bakar millet kan ağlıyor, kolları sıvayıp başlar ciddi ciddi çalışmaya.
Zavallı siyasetten o kadar habersizdir ki, biraz öğrenebilmek için gece gündüz Makyavel okur.
Ama sonunda siyaseti falan boş verip dev bir hizmette bulunur kasabaya. Ahalinin tek geçim kaynağı olan şarapları, becerikli bir planla Nazilerden kurtarır.
O artık kahramandır, çünkü ahaliye somut, elle tutulur bir vaatte bulunmuş ve bunu yerine getirmiştir.
O kadar Makyavel okumasına rağmen siyasi takılmamış, milletin şarabını yani ekmeğini kurtarmıştır.
İstanbul’un ve memleketin haline bakılırsa, yerel seçimde bize de lazım bir Bambolini.
Millete ideolojiden çok somut şeyler vaat edecek ve bunları yerine getirecek bir vatandaş.
Bakınız bu mevzuda iki değerli eser. Biri tarihçi Sinan Meydan’ın “Akl-ı Kemal: Atatürk’ün Akıllı Projeleri” adlı kitabı.   
Diğer kitapsa reklamcı-yazar Ateş İlyas Başsoy’a ait. “AKP Neden Kazanır / CHP Neden Kaybeder.”
İkisini de okuyunca insan aynı gerçeğe varıyor. “Biz milletçe ancak somut icraata prim veririz.”
“Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” dizesi bu yüzden vardır 10. Yıl Marşı’nda.
Şimdi muhalefet “Ey vatan, gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz!” marşında. Güzel ama seçim kazanmaya yetmeyebilir.
Bunun için sanki iktidarın sunduklarından daha iyi projeler sunmak lazım. Daha somut, daha becerikli, daha yararlı, daha hayati işler.
“Hele iktidarı devirelim, gerisi kolay” demek, siyasetten Bambolini kadar anlayan vatandaşa uzak gelebilir.  
Sonra millet şu Müslüman haliyle sorar sandık başında. “Şarapları kim kurtaracak?”

Aydınlık, 23 Ekim 2013 


21 Ekim 2013 Pazartesi

ODTÜ Başbakan'ın izinde

Başbakan Erdoğan, Nisan’da İstanbul’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Ormancılık Forumu’nun açılışında, dünyanın dört bir yanından gelen konuklara Kızılderili atasözüyle seslendi.
“Bütün ağaçlar kesildiğinde, bütün hayvanlar avlandığında, bütün sular kirlendiğinde, işte o zaman paranın yenilebilir bir şey olmadığını anlayacaksınız!”
Sonra da şöyle dedi. “Dünya hızla ve hırsla tüketilmeye devam ederse, nefes alacak hava, içecek bir damla su kalmayacak!”
Diyelim forumdaki o binlerce yabancı konuktan birinin adı Bay Ceronimo olsun…
ODTÜ’deki ağaçların kesilmesine canla başla direnen kitleleri görse herhalde şöyle düşünür Bay Ceronimo. “Vay be! Demek ki Türkiye halkı liderine bu kadar bağlı!”
Hele aynı konuşmanın devamını hatırlasa, muhtemelen bu konuda hiçbir kuşkusu kalmaz.
“Biz sadece gövde taşıyan, gövdesinin üzerinde kafa, o kafanın içinde beyin taşıyan fizyolojik varlıklar değiliz. Biz kalp taşıyoruz, ruh taşıyoruz, vicdan taşıyoruz.”
Nitekim Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ODTÜ’ye bir bayram gecesi, çevik kuvvet eşliğinde dalıp binlerce ağacı kesmesinin ardından, eylemler başladı.
“Kalp taşıyan, ruh taşıyan, vicdan taşıyan” eylemciler, olayın hukuksuzluğuna dikkat çektiler.
ODTÜ Öğretim Üyesi Tarık Şengül “Bir gece yarısı baskınıyla ve yangından mal kaçırırcasına ağaçları yok ediyorlar!” diye isyan etti.
Belediyenin “Yok canım ne yok etmesi, nakledeceğiz biz o ağaçları…” açıklamasına ise cevap rektörden geldi. “Yol projesinden 3 bin ağaç etkileniyor. Bunların ancak 600 tanesi nakledilebilir.”
ODTÜ Mezunları Derneği Başkanı Hikmet Şahin de “Bu gece burada bir hukuksuzluk yaşıyoruz” dedi. “Hiçbir bildirim, uyarı olmadan bütün çitlerimizi, ağaçlarımızı dozerlerle yıktılar.”
Bay Ceronimo ister istemez düşünecek. “Yahu Erdoğan ne şanslı bir lider. Ülkesinin en süper üniversitesi bile onun yanında!”
Ne de olsa ODTÜ, bu yıl Times Higher Education tarafından hazırlanan “Dünyanın En İyi 100 Üniversitesi” listesine Türkiye’den girebilen tek okul.
Demek ki Başbakan çifte bayram yaşadı. Bir lider için böyle bir eğitim kurumunu yanına almak, dünyanın neresinde olursa olsun az gurur değildir!
Hele ki o lider konuşmasında “Evimizdeki mobilya yağmur ormanlarını yağmaladıysa böyle bir ticaretten rahatsız olmak, bunu derinlemesine sorgulamak ve buna çareler üretmek zorundayız” demişse.
Yine de Bay Ceronimo’nun aklına başka bir Kızılderili sözü gelmiştir belki. “Beyaz adam bize çok söz verdi ama sadece birini tuttu. Topraklarımızı alacaklarını söylemişlerdi ve aldılar.”

Aydınlık; 21 Ekim 2013

19 Ekim 2013 Cumartesi

Türkiye'nin dramatik yapısı

Haziran başında, hepimizin kimyasını etkileyen günler yaşadık. Şimdi biz “o günler bir daha yaşanır mı?” diye düşünürken, tarihin ırmağı akmaya devam ediyor, yeni sorulara ve cevaplara doğru.
Bakmayın “tarihin ırmağı” dediğime, aslında bildiğimiz rüzgâr. Öyle bir esiyor ki herkesin aklına türlü şeyler getiriyor. Bu fakirin yarım aklına da, üniversitedeki senaryo derslerinde öğrendiği bir şey geldi.
Sinema-TV Enstitüsü’ndeki hocamız Duygu Sağıroğlu, “kapalı kutu” diye bir şeyden bahsetmişti. Hollywood’un sevdiği bir dramatik yapı türüymüş. Daha doğrusu, Amerikalı senaristlerin çoktan uzmanlaştığı hikâye anlatma biçimlerinden biri.    
Adının “Closed Box”, yani “Kapalı Kutu” olmasının sebebi: Olaylar, kısılıp kalmış bir grup insanın arasında geçiyor.
Mekân “Posta Arabası” filmindeki gibi küçücük bir yer de olabilir, “Lost” dizisindeki gibi kocaman, belirsizliklerle dolu bir ada da. Burada olay, kahramanlarımızın bir türlü çıkış yolunu bulamaması. Bir de tabii, zaman geçtikçe aralarında başlayan çatışmalar.
Yani bir mekânda kendi iradeleri dışında kısılıp kalmış bir grup insanın birbirleriyle olan ilişkilerini anlatan dramatik yapı türü “Kapalı Kutu”.
Haziran başında yediğimiz biber gazlarının etkisiyle midir nedir, aklıma birden geliverdi ve fark ettim, güzel yurdumuzla olan talihsiz benzerliğini.
Bizler de imparatorluk bakiyesi bir topluluk olarak, kalan son toprak parçasında kazazedeler (daha doğrusu, onların torunları) gibi yaşamıyor muyduk? Bizler de Osmanlı’nın orasında burasından kopup gelmiş, dürüst olmak gerekirse birbiriyle çok da ilgilenmeyen insanlar değil miydik? Bizim de sanki mecburen, başka yere gidemediğimiz için bir arada yaşıyor gibi bir halimiz yok muydu?
“Posta Arabası” filminde Kızılderililerden kaçan arabadaki beş benzemez ya da Lost adasındaki, bambaşka kaderler tarafından sürüklenmiş insanlar gibiyiz yani.
Farkımız, çok daha kalabalık oluşumuz. Benzerliğimiz ise, zorla bir arada duruyormuşuz, bize kalsa birbirimizle hiç işimiz olmazmış gibi davranmamız. Bir de tabii, aramızda zaman zaman ayyuka çıkan çelişkiler, bundan doğan çatışmalar.
Türk ve Kürt, başörtülüyle başörtüsüz, Alevi ve Sünni, gönülsüz bir beraberlik yaşar gibi.
Aramızdaki gönül bağları tarihin saçma bir yerinde kaybolmuş. Yerini derme çatma bir tahammül kültürü ve zaman zaman parlayan uğursuz çatışmalar almış. Geçen yüzyılın Anadolu tarihi, bu dramatik yapıyı özetleyen trajedilerle dolu; Dersim’den Sivas’a, Maraş’tan Diyarbakır’a...
Hatta Gezi Parkı’ndaki ağaçlar uğruna başlayan masum bir eylem bile dönüp dolaşıp bu temel çatışmalara bağlanabiliyor; istesek de istemesek de.
“Peki ne oluyor filmin sonunda?” dersek, iki ihtimal var. Kötümser ihtimal, bir arada yaşamak zorunda kalanların sonunda birbirini yemesi.
Ya da gönül bağlarını keşfedip "toplum" haline gelerek paçayı kurtaracaklar.
Birinci ihtimal gerçekleşirse herkes nalları dikecek, ikinci ihtimalde kurtuluş yolunu beraber bulacaklar.
Bereket versin ki tipsiz bir adada, el kadar bir posta arabasında, asansörde ya da karlı dağlarla düşmüş bir uçağın içinde değiliz. Bereketli topraklar üzerinde, en güzel dağlara, denizlere karşı yaşıyoruz. Yani ortada kurtulmamız gereken bir mekân yok. Keşfetmemiz gereken gönüller var sadece.

Deve; Temmuz 2013





16 Ekim 2013 Çarşamba

İyi bayramlar Burcu Kutluk

“Aykırı Sorular” programında, Enver Aysever’in konuğuydu Burcu Kutluk.
Balyoz Davası’ndan 18 yıl cezaya çarptırılan Emekli Amiral Deniz Kutluk’un sanatçı kızı.
Mekteb-i Sultani’den kardeşimiz. Oyunculuk yapıyor, yogaya ve ruhani meselelere meraklı.
Ruhun derinlikleriyle ilgilenirken, bir anda kendini siyaset sirkinin ortasında bulmuş. Babasının başına gelenler yüzünden…
Ailesinin yaşadığı drama rağmen en sivri sorulara bile sakin sakin, duygusal kontrolünü kaybetmeden cevap verdi.
Bir an bile mağdur edebiyatı yapmadı, kendini acındırmaya çalışmadı, kimseyi suçlamadı.
Ne gülümseyişini esirgedi ne barışçıl hayat felsefesini ne de gözlerindeki ışığı…
Siyasetçilerde rastlanan o korku-öfke-nefret karışımı karanlıktan Burcu’da eser yoktu. Özgüvenli bir insanın sadeliğiyle ifade etti kendini.
“Silahla ve ordularla hiçbir şeyin çözüleceğine inanmıyorum” dedi. “Ben sevgiye inanıyorum.”
Bu nedenle, çok daha çarpıcıydı hali. Çok daha düşündürücü ve yürek yakıcıydı.
Enver’in karşısında ağlayıp sızlasa, kendini yerden yere atsa, onu bunu suçlasa bu kadarı olmazdı.
Etkileyiciydi, çünkü etkilemek için bir çabası yoktu. Derdini anlatıyordu o kadar.
Babası şaibeli bir davayla hapse atıldığından beri her gün, her saat, her an düşündüklerini.
Sadece haksızlığı anlatmadı. Milletçe neye ihtiyaç duyduğumuzu da gösterdi.
Oradaki duruşuyla “Bu bayram ihtiyacımız, birbirimizin halinden anlamaktır” diyordu. Tabii anlayana.
Sayesinde gördük ki, milletçe siyasetten çok yogaya, tefekküre, meditasyona muhtacız. Gönül gözümüzü açmaya.
O gözle önce içimize, oradaki en gerçek şeye bakmaya. Aslında bütün dinlerin görmemizi istediği…
Acısını sükûnetle taşıyordu Burcu. Tıpkı vaktiyle “Babam hapisteyken çok acı çektik” diyen Sümeyye Erdoğan gibi.
Sahi, Sümeyye Hanım izlemiş midir Burcu Kutluk’un televizyondaki konuşmasını?
Namazını kılarken gözünün önüne, babası siyasi nedenlerle cezaevinde olan akranının yüzü gelir mi?
Bir telefon açmak gelmez mi içinden “İyi Bayramlar Burcu kardeş. Seni ve aileni çok iyi anlıyorum” demeye?
O yapamasa bile biz kutlayalım Burcu’nun bayramını. Teşekkür edelim, asalet nedir gösterdiği için.  

Aydınlık, 16 Ekim 2013


14 Ekim 2013 Pazartesi

Haydi başörtülü kardeşim!

Başörtülü kardeşim! Haydi kıyafetinden dolayı işinden atılan sunucu Gözde Kansu’yu savunmaya!
Onu en iyi sen anlarsın. Aynı erkek egemen kafa yüzünden yıllarca işinden, okulundan olmadın mı?
Bir zamanlar “Başörtülü bacılarımız” edebiyatı yapanlar güce kavuştuktan sonra seni unutmadılar mı?
Onlar değil midir “sen evde oturup üç çocuk yap, biz dışarıda fink atarız!” diyen?
İşyerine eleman alınacağı zaman başörtülü yerine dekolteliyi tercih eden onlar değil mi?
Senin yıllarca mücadele ettiğin işte bu erkek egemen kafaydı. Hâlâ da öyle… İktidara kim gelse değişmeyecek.
Kadını nesne gibi gören, ona ne giyip giymeyeceğini söyleme hakkını kendinde bulan, dediğim dedikçi zihniyet, sandıktan kim çıkarsa çıksın devam edecek!
Kıyafet yüzünden dün sen oluyordun işinden, bugün Gözde, yarın Ayşe, Fatma, Zeynep...
O zaman geçmişte yapılan başörtüsü eylemlerini hatırla. O eylemleri destekleyen başörtüsüz kızları.
Şortlarıyla yardımına koşup yasakçılara “arkadaşlarımızın eğitim hakkını gasp edemezsiniz!” diyenleri. Sence onlar aptal mıydı?
Akılları ermediği için mi farklı hayat tarzına sahip arkadaşlarının hakkını savundular?
Ben söyleyeyim, aptal falan değillerdi. Tam aksine, hepsi de zehir gibi kızlardı.
Sadece tehlikenin farkındaydılar. Hükümet değişse bile hükmedenin aynı kaldığına uyanmışlardı.
“Hep beraber özgürleşmedikçe kadınlara özgürlük yok!” idi tek felsefeleri.
Hatta bu yolda icabında kendi mahalleleriyle ters düşmeyi bile göze aldılar.
İkna odalarını savunanların, başörtüsüne hakaret edenlerin şimşeklerini üzerlerine çektiler.
Gözde Kansu onlardan mıdır bilmem. Ama seninle aynı mağduriyeti paylaştığı kesin.
Gidişata bakılırsa, yakın gelecekte başka Gözde Kansu’ların olması da muhtemel.
Galiba önünde iki yol var: Ya “Oh olsun laikçiye! Şimdi de onlar kan ağlasın!” kafasına gireceksin ya da vaktiyle sana destek olanları hatırlayacaksın.
Erkek egemen kafaya karşı seninle omuz omuza hak ve hukuk arayanları…
Meseleyi “demokrasi meselesi”, seni de “demokrasi taraftarı” sayanları…
Ne yapacağını erkek başımla benim söyleyecek halim yok. Sen daha iyi bilirsin kardeşim.
Aydınlık, 14 Ekim 2013 



9 Ekim 2013 Çarşamba

Romancı Ahmet Hakan

Ahmet Hakan sağ olsun, köşesinde kulaklarımı çınlatmış. “İstersen otur şimdi bir de Tuna Kiremitçi türü roman yaz!” diyor kendine.
Neden olmasın, sonuçta çok daha zeki biri... Eminim çok daha iyisini yazar.
Yine de bu işlere hasbelkader yıllarını vermiş biri olarak, yazısını okuyunca köşe yazarlığıyla romancılık arasındaki farkları düşünmedim değil.
Ahmet Hakan’ın sözleri beni köşe yazarlığına ilk başladığım yıllara götürdü.
İlk köşe yazımı yazarken, “bu iş çantada keklik!” havasındaydım. Ne de olsa iki romanım vardı.
“İki romanın belini kıran iki sayfayı mı yazamayacak?” diye gerinmekteydim. 
Gençtim, şansım yaver gitmişti ve tabii “küçük dağları ben yarattım” havasındaydım.
Kazın ayağının öyle olmadığını çok geçmeden anladım. Köşe yazarlığı bambaşka bir zanaattı.
Her şey bir yana, kitap okuyana seslenmekle gazete okuyana seslenmek arasında dağlar kadar fark vardı.
Eskiler boşuna “ediplik” ve “muharrirlik” olarak ikiye ayırmamıştı yazarlık mesleğini.
Edip, evine gelmiş bir konukla konuşuyordu. Muharrir, mahalleden geçenlerle…
Edip için bir öyküyü geliştirmek esastı. Muharrir içinse hedefi en kısa yoldan vurmak.
Ediplikte, her şey hayali karakterler üzerine kuruluydu. Muharrirlikte, gerçek fikirler üzerine.
Edip için “güzel yazmak”, önce nasıl yazdığıyla ilgiliydi. Muharrir içinse önce ne yazdığıyla…
Dahası, kel alaka iki yaşam tarzı söz konusuydu. Edibinki gibi değildi muharririn ritmi.
Edip ne kadar içedönük ve dalgınsa muharrir o kadar dışadönük ve atak olmalıydı.
Edip kalıcı bir iş yaptığını sanarak yazarken muharririn böyle lüzumsuz evhamları yoktu.
Edip dediğin edebiyatçı refleksiyle iş görüyordu. Muharrirse gazeteci refleksiyle…
Edibin babası ölünce “Küçüğe Bir Dondurma” diye öykü çıkıyordu, muharririn babası ölünce “Bir İnanmış Adam” diye makale.
Köşe yazarlığına ilk başladığımda, bu gerçeklere uyanana kadar epey kafa-göz yardım.
Ama Ahmet Hakan’ın romancılığa soyunduğu takdirde başarılı olacağına samimiyetle inanmaktayım.
Çünkü 29 yaşımda ilk romanımı yazarken tanışma şerefine eriştiğim şair Lale Müldür, “roman dediğin kırkından sonra yazılır!” demişti bana.
40 yaşımı idrak ettiğimden beri düşünüyorum da, galiba çok haklıymış Lale Abla!

Aydınlık, 9 Ekim 2013

8 Ekim 2013 Salı

İstanbulların kurtuluşu

Dün, İstanbul’un kurtuluşuydu.                                                             
Dersaadet’in düşman elinden kurtuluşunun 90. yıldönümü.
Aynı zamanda, Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın İstanbul’u nasıl kurtaracağını ilan edişinin az sonrası.
Başarılar diliyoruz Kadir Bey’e ve belediyeye. Şehrin kangrene dönmüş ulaşım sorunu çözülürse, vatandaş olarak seviniriz valla!
Hem belki o metrolardan ya da metrobüslerden biriyle Maltepe’deki Gülsuyu Mahallesi’ne uğrar büyüklerimiz.
Uyuşturucu çetesine karşı gösteri yaparken öldürülen Hasan Ferit’in annesini ziyaret ederler. Neden olmasın?
Onlara tavsiyem, Nuray Hanım’ın yüzüne dikkatle bakmaları. Bakarlarsa, o yüzde İstanbul’u görecekler.
Çünkü İstanbul dediğimiz, günümüzde işte öyle güzel ve acılı bir annedir.
Evlatları için, onların genç yaşta sönüp giden hayatları için gizli gizli gözyaşı döker.
Yüzüne bakarlarsa, onun ilk önce metro ya da metrobüs istemediğini anlarlar belki.
İstanbul bugün her şeyden çok, milyonlarca evladının birbirini anlamasını sağlayacak gönül bağlarına muhtaç.
O artık ayrı dünyaların şehri. Ayrı hayat biçimleri, etnik gruplar ve mezhepler, paralel evrenlerde yaşıyor.
Gittikçe maddiyatçılaşan ülkemizde, aralarındaki bağı kaybettiler. Uçurum her gün biraz daha büyüyor.
Gülsuyu ile Nişantaşı’nın, Fatih ile Gazi Mahallesi’nin, Taksim ile Kazlıçeşme’nin aynı şehirde olduğunu söylemeye bin şahit ister!
Hatta bırak aynı şehri, aynı dünyada bile değiller sanki. Gönülleri arasındaki bağlar çoktan kopmuş.
Ne tuhaftır ki, “dindar nesiller” lafının moda olduğu bir devirde, onları birleştirecek manevi ruh kalmamış!
Dün, İstanbul’un kurtuluşuydu.
90 yıl önce bugün, Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri, 5 yıl boyunca işgal ettikleri İstanbul’u bırakıp gitmişler.
90 yılda, şehir olmaktan çıkıp daha küçük bir Türkiye’ye dönüşmüş İstanbul.
Çatışmaların yoğun yaşandığı, kimsenin gözünün yaşına bakmayan bir ejderhaya…
Artık ona Yahya Kemal gibi âşık olmanın da, Orhan Gencebay gibi “seni yeneceğim İstanbul!” diye dayılanmanın de âlemi yok.
Çünkü İstanbul diye bir şey yok. Birbirinden kopan İstanbulların yabancılaşması var yalnız.
Metro güzel. Ama İstanbullar arasında gönül bağları da kurabilecek misin Sayın Başkan? Hasan Ferit’in annesinin yüzüne utanmadan bakabilecek miyiz?  
İstanbul 90 yıl önce işgalden kurtuldu. İstanbulları kim kurtaracak?

Aydınlık; 7 Ekim 2013 

2 Ekim 2013 Çarşamba

Türkiye'nin muhalefet sorunu

Meşhur “Demokratikleşme Paketi”ni sunarken ne dedi Başbakan? “Türkiye’nin muhalefet sorunu vardır”.
Sahiden de iktidar-muhalefet ayrımımız bir garip. Sanki kâğıdın ortasında, dikine bir çizgi…
Dikine çizginin sağ tarafının en tepesinde, “cipe binen türbanlı” var. Aynı tarafın en altında ise, gariban türbanlı; cipi-mipi rüyasında göremeyen.
Aralarındaki uçurum derin; ama yine de matrak bir şekilde aynı tarafındalar çizginin.
Tabii çizginin bir de sol tarafı var. Bu tarafın en tepesinde de “cipe binen türbansız” bulunuyor. En altında ise, gariban türbansız…
Bakıyorsun, onların da arasında aynı derin uçurum. Ama her nasılsa onlar da aynı tarafta!
Cipe binen türbanlı gariban türbanlıya diyor ki: “Sen de bizdensin, bak din kardeşiyiz!”
Cipe binen türbansız da gariban türbansıza şöyle diyor: “Sen de bizdensin, bak laiklik kardeşiyiz!”
Memlekette vaktiyle böyle paketlenmiş demokrasi. Tam da şimdiki iktidarın gönlüne göre!
Hani Aydınlık haklı olarak soruyor ya “AKP’ye karşı bir iktidar seçeneği nasıl yaratılabilir?” diye…
Bu ancak o dikine çizilmiş çizgiyi alıp doksan derece yatırmakla mümkün.
Ancak o zaman türbanlı ve türbansız garibanlar, yatay çizginin aynı tarafında, yan yana durur. Aslında olmaları gereken yerde…
Kurtuluş Savaşı’nda ya da Gezi Parkı’nda kendiliğinden doğan durum siyasete yansımış olur.
Bir de onları sahiplenecek partileri oldu mu, işte sana mis gibi iktidar seçeneği!
Ama bu pek kolay değil. Hele söz konusu bugünkü CHP ise… Çünkü öyle bir muhalefette, mesela Zeytinburnu’ndaki tekstil atölyesinde çalışan türbanlı kıza da yer olmalı.
Oysa partide o kızı görmektense 100 sene daha muhalefette kalmayı yeğleyecek CHP’li çok. CHP de onları kızdırmayı göze almaz.
Bunu belki günün birinde genç ve cesur bir lider yapar. Belki yarın, belki yarından da yakın.
İktidarla muhalefet arasındaki yanlış çizgiyi düzeltir. “Yukarıdakine” karşı “aşağıdakinin” hakkını savunur.
O lider türbanlı ve türbansız, Türk ve Kürt, Alevi ve Sünni garibanların lideri, partisi de onların partisi olur. O zaman bir iktidar seçeneği doğar işte.
O güne kadar şimdiki durumun üç aşağı-beş yukarı süreceğini görmek için müneccim olmaya gerek yok.
Yine her pakette iktidar muhalefetten, muhalefet de iktidardan şikâyet eder gibi yapacak. Gül gibi geçinip gidecekler!

Aydınlık, 2 Ekim 2013 

1 Ekim 2013 Salı

Değiştim ben sevgilim

"Bana bir şans ver." dedi adam, "Sana artık aynı kişi olmadığımı ispatlayayım."

Kadının gözleri inançsız bakıyordu: "Nasıl olacakmış o?"

"Sadece biraz zaman... Çok değil. Pişman olmayacaksın."

Bir kıyı kahvesindeydiler. Hafta içi olduğundan, fazla kimse yoktu. Boğazdan bir gemi geçiyordu; uzaktan, uzaklara.

"Bu lafları çok duydum." dedi kadın.

"Biliyorum. Ama bu sefer farklı. Ne kadar değiştiğime inanamayacaksın."

"İnsanlar değişmez. Bunu bana sen öğrettin."

"Tamam işte!" dedi adam, gözlerinde acayip bir parlamayla: "Artık insan değilim ben!"

Kadın tedirgin olmuştu: "Ne demek istiyorsun?"

"Dur hemen göstereyim." dedi adam ve titremeye başladı. Titreme giderek yükseldi, ürkütücü bir hal aldı. Sara krizi geçiriyordu sanki.

"Lütfen kes şunu!" dedi kadın, "Beni korkutuyorsun!"

Adam onu duymuyordu. Titremeye devam etti. Titrerken sırtından bir çatırtı duyuldu. Dehşete kapılmıştı kadın. Derken adamın omuzlarından yükselen şeyi fark etti. Tüylü, rüzgârla oynayan, bembeyaz şeyler... Adam titredikçe o bembeyaz şeyler bir tür kanata dönüştü. O kadar büyüdüler ki, adam masayla sandalye arasına sığmadığından ayağa kalkmak zorunda kaldı. Şimdi sadece kadın değil kahvedeki herkes şaşkınlıkla bakıyordu. 

Kanatlar son şeklini aldığında adamın titremesi de bitmişti. Peçeteyle sildi alnındaki teri. Kanatları toplayıp oturdu yerine. 

"Demiştim ben sana." dedi, "Değiştim ben sevgilim."

Kadın çekinerek uzanıp dokundu adamın kanatlarına: "Ben... Ne diyeceğimi bilemiyorum."

Adam, "Ne güzeller değil mi?" dedi övünerek, "Ne kadar şahaneler. Sanki birer sanat eseri. Onlara sahip olmak için çok uğraştım. Ama değdi sonunda!"

"Sana bir şey söylemem lazım." dedi kadın.

"Hele uçmaya başladığımda o kadar güzel oluyorlar ki. Meğer beni göstermeyen bunlarmış."

"Söyleyeceğim şey önemli..."

Ama adam dinlemiyordu: "Bazen ayna karşısına geçip saatlerce seyrediyorum. İnsanı büyülüyorlar."

Sonunda kadın dayanamadı: "Ben başkasını seviyorum Muzaffer."

Söz bomba gibi düşmüştü kanatlarla kadının arasına. Dünya durmuştu sanki. Acı verici sessizliği adamın sorusu bozdu:

"Senin için yaptığım onca şeyden sonra ha? Peki ama kimi?"

"Kendine değil, bana aşık birini..." dedi kadın.

Sonra cevap beklemeden kalktı, arkasına bile bakmadan yürüdü gitti. Adam çaresiz bakakaldı arkasından. Kanatlarını toplayıp küçüldü sandalyesinde, ne yapacağını bilemedi.

O boynu bükük otururken garson geldi: "Abi güzelmiş kanatlar..."

"Değil mi?" diye coşkuyla cevapladı adam: "Sen onları bir de havada göreceksin!"

T.K.