Ağlamaklı bir sesle açtı telefonu. “Maviş öldü baba. Bu sabah bir de baktık, kafeste cansız yatıyor.”
Maviş, oğlumun
muhabbetkuşu. Yani öyleydi. Mavi tüyleri içini açardı insanın. “Onu bahçeye
gömdük. Annem çok ağladı, ben de ağladım.”
Ben de severdim Maviş’i.
Kafesinden çıkarınca odadan odaya ilaçlama uçağı gibi yalpalayarak uçuşunu,
durup durup en ilgisiz anda “Babişko!” deyişini, Can piyano çalarken makama
göre kısa ya da uzun ötüşlerle eşlik edişini...
Muhabbetkuşları akıllı ve
sevecen varlıklar. İnsanların yanında rahat ediyorlar, insanoğlunun tıynetinden
habersiz gibi. Belki de bizde bizim bilmediğimiz cevherler görmekteler,
kuşbakışlarıyla.
İçimde cenaze törenini
kaçırmaktan doğan bir burukluk. Sitem edememenin sıkıntısı. “Ben gelene kadar
bekletin” denmez ki. Cenaze bu, yolunda gerek.
Oğlumun bebeklikten çıkıp
çocuğa dönüştüğü yıllara eşlik etti Maviş. Hayatımızdan muhacir kuşlar misali
geçip giden beş yıla.
Aklımın bir köşesinde,
adını Umeyr koyduğu kuşu ölen küçük Zeyd’e taziye ziyaretine giden peygamberin
öyküsü. Diğer köşesinde, münasebetsiz bir soru: Yoksa bu kuş yazın yediği biber
gazları yüzünden mi öldü?
Ev Beşiktaş’ta nihayet.
Başbakanlık ofisine kuş uçuşu iki dakika. Gaz bombaları ciğerlerini mahvetmiş
olmasın? Çoluk-çocuk nasıl etkilendiğimizi, hangi odaya kaçacağımızı
şaşırmamızı falan hatırlıyorum da, bu mendebur ihtimal gerçeküstü görünmüyor.
Kuşcağız o zaman kendine gelememişti epey.
Bereket versin Can
ölümden habersiz değil. Maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüştüğünü,
âlemin sonsuz döngüsünü çocukça da olsa biliyor.
“Maviş şimdi babaannemle
büyükbabamın yanına gitti. Bizden haber götürdü, posta güvercini gibi.”
İsmet Özel’in bir dizesi.
“Kuş öldü. Küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce.”
Oğlum küçük bir neşeydi
iki gün önce. Topkapı Sarayı’na gitmiş, kaftanlara bakmıştık. Beşiktaş’taki
deniz müzesine gitmiş, kadırgalara bakmıştık. Bugünlerde tarihe merak sardı.
Osmanoğulları şeceresi ondan soruluyor.
Deniz müzesinden bir
pusula aldım, karne hediyesi. İbreyi hareket ettiren bir küresel manyetik alan
fikri ona eğlenceli geldi. Kuzeyin ne taraf olduğunu gösterip duruyor.
Maviş’in ise pusulaya
ihtiyacı yoktu. Üç oda ve bir kafesten oluşan dünyasında içgüdüleriyle bulurdu
gideceği yeri. Pervazdan televizyona, piyanodan Can’ın omuzlarına, oradan
bilgisayara cesurca uçardı. Nereye isterse oraya konardı, özgürdü kendince.
Oğlumun gönlü hoş değil.
Aynı gün memleketimiz
Eskişehir’de çok hasta bir genç, bir kediyi öldürüşünü kamerayla çekip
internete koymuş. Üstelik onun da adı Can. Hadi bakalım.
O çok hasta gence aslında
kendi canına kıydığını anlatmak mümkün müdür dersiniz? Aslında canların bir
olduğunu? Çocukken bir muhabbetkuşuyla konuşsaydı belki söylerdi ona.
Muhabbetkuşlarının muhabbeti iyidir, bilirsiniz.
Bizim Maviş’in Can’a
söyledikleriyse aralarında sır. Kuş Beşiktaş’ta küçücük bir muhabbetti ölmeden
önce. Eskişehir’deki kedi de öyle. İkisi de gittiler. Geriye insanoğlunun büyük
yalnızlığı kaldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder