12 Şubat 2014 Çarşamba

Kuşun ve kedinin ardından

 

Ağlamaklı bir sesle açtı telefonu. “Maviş öldü baba. Bu sabah bir de baktık, kafeste cansız yatıyor.”

Maviş, oğlumun muhabbetkuşu. Yani öyleydi. Mavi tüyleri içini açardı insanın. “Onu bahçeye gömdük. Annem çok ağladı, ben de ağladım.”

Ben de severdim Maviş’i. Kafesinden çıkarınca odadan odaya ilaçlama uçağı gibi yalpalayarak uçuşunu, durup durup en ilgisiz anda “Babişko!” deyişini, Can piyano çalarken makama göre kısa ya da uzun ötüşlerle eşlik edişini...

Muhabbetkuşları akıllı ve sevecen varlıklar. İnsanların yanında rahat ediyorlar, insanoğlunun tıynetinden habersiz gibi. Belki de bizde bizim bilmediğimiz cevherler görmekteler, kuşbakışlarıyla.

İçimde cenaze törenini kaçırmaktan doğan bir burukluk. Sitem edememenin sıkıntısı. “Ben gelene kadar bekletin” denmez ki. Cenaze bu, yolunda gerek.

Oğlumun bebeklikten çıkıp çocuğa dönüştüğü yıllara eşlik etti Maviş. Hayatımızdan muhacir kuşlar misali geçip giden beş yıla.

Aklımın bir köşesinde, adını Umeyr koyduğu kuşu ölen küçük Zeyd’e taziye ziyaretine giden peygamberin öyküsü. Diğer köşesinde, münasebetsiz bir soru: Yoksa bu kuş yazın yediği biber gazları yüzünden mi öldü?

Ev Beşiktaş’ta nihayet. Başbakanlık ofisine kuş uçuşu iki dakika. Gaz bombaları ciğerlerini mahvetmiş olmasın? Çoluk-çocuk nasıl etkilendiğimizi, hangi odaya kaçacağımızı şaşırmamızı falan hatırlıyorum da, bu mendebur ihtimal gerçeküstü görünmüyor. Kuşcağız o zaman kendine gelememişti epey.

Bereket versin Can ölümden habersiz değil. Maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüştüğünü, âlemin sonsuz döngüsünü çocukça da olsa biliyor.

“Maviş şimdi babaannemle büyükbabamın yanına gitti. Bizden haber götürdü, posta güvercini gibi.”

İsmet Özel’in bir dizesi. “Kuş öldü. Küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce.”

Oğlum küçük bir neşeydi iki gün önce. Topkapı Sarayı’na gitmiş, kaftanlara bakmıştık. Beşiktaş’taki deniz müzesine gitmiş, kadırgalara bakmıştık. Bugünlerde tarihe merak sardı. Osmanoğulları şeceresi ondan soruluyor.

Deniz müzesinden bir pusula aldım, karne hediyesi. İbreyi hareket ettiren bir küresel manyetik alan fikri ona eğlenceli geldi. Kuzeyin ne taraf olduğunu gösterip duruyor.

Maviş’in ise pusulaya ihtiyacı yoktu. Üç oda ve bir kafesten oluşan dünyasında içgüdüleriyle bulurdu gideceği yeri. Pervazdan televizyona, piyanodan Can’ın omuzlarına, oradan bilgisayara cesurca uçardı. Nereye isterse oraya konardı, özgürdü kendince. Oğlumun gönlü hoş değil.

Aynı gün memleketimiz Eskişehir’de çok hasta bir genç, bir kediyi öldürüşünü kamerayla çekip internete koymuş. Üstelik onun da adı Can. Hadi bakalım.

O çok hasta gence aslında kendi canına kıydığını anlatmak mümkün müdür dersiniz? Aslında canların bir olduğunu? Çocukken bir muhabbetkuşuyla konuşsaydı belki söylerdi ona. Muhabbetkuşlarının muhabbeti iyidir, bilirsiniz.

Bizim Maviş’in Can’a söyledikleriyse aralarında sır. Kuş Beşiktaş’ta küçücük bir muhabbetti ölmeden önce. Eskişehir’deki kedi de öyle. İkisi de gittiler. Geriye insanoğlunun büyük yalnızlığı kaldı.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder