Doğu Avrupa bugünlerde Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yılını idrak etmeye hazırlanırken Atlas olarak konsere geldik Bulgaristan’a.
Mindya kasabası yılın geri kalanında sessiz sakin yaşayıp bir hafta boyunca Rock festivaline dönüşüyor. Hem de ne dönüşmek!
Çevre illerden akanlar Balkan gruplarının müziğiyle çoluk-çocuk eğleniyor. Çiftçiler, doktorlar, işçiler, öğrenciler, bilgisayar programcıları, öğretmenler, hatta kasabanın polisleri!
Ekonomik
sıkıntılar içindeki bir ülkede esen bu pozitif enerji fırtınasına hayran
olmamak elde değil.
Balkanların
Arabesk’i Çalga müziğine karşı Rock’un direniş mevzilerinden biri Mindya.
Sokaklarının, doğasının ve havasının güzelliği de ayrı.
Yazlarını
Mindya’da geçiren Mira ve kocası, evlerinin bir bölümünü “Komünizm Müzesi” haline getirmiş. “Bulgaristan’ın ilk
komünizm müzesi” diyor Mira gururla.
Girişte bizi
tabii ki Lenin heykeli ve orak-çekiçli Sovyet bayrağı karşılıyor. Saman kâğıtlı
kayıt defteri de o zamanlardan. Kiril alfabesi burada insana bir başka
görünüyor.
Komünist
Bulgaristan’dan kalma ev eşyaları, fotoğraf makineleri, yayınlar, posterler,
film afişleri, saatler, hatta askeri üniformalar... Derhal birer tane giyip
fotoğraf çektiriyoruz.
Bulgaristan
Komünist Partisi’nin Hem Bulgarca hem de Türkçe propaganda yayını “Yeni Hayat”ın
sararmış sayfalarını karıştırırken düşünüyorum: Reel komünizmi yaşayanlara
bunlar kim bilir neler hatırlatıyor.
Özellikle
Bulgaristan Türklerine: Baskı, asimilasyon, Belene Kampı, atalarımın da içinde
olduğu firar hikâyeleri... Acaba unutmak mı daha kolay yoksa hatırlamak mı...
Isabel
Fonseca “Beni Ayakta Gömün” kitabında, toplumsal acılara karşı iki tür refleks
olduğundan bahsediyor. Yahudilerinki gibi her şeyi hatırlamak ya da Çingeneler
gibi her şeyi unutmak.
İlki tekrar
yaşamamak için gereken tecrübeyi, diğeriyse travmalarla gölgelenmemiş yaşama
sevincini hedefliyor. Hatırlama endüstrisine karşı unutma sanatı.
Bulgarlarsa
tıpkı Türkler gibi, bölük-pörçük hatırlamayı seçmiş. Komünist döneme sakin
gözlerle bakmaya yeni alışıyorlar.
Yaşlılar
daha ılımlı. “Özgür değildik ama hiç olmazsa sosyal güvencemiz vardı”
türküsündeler. Şu yoklukta dinlenmeyecek türkü değil hani.
Tabii işin
nostalji boyutu da var. Ne de olsa nostalji dediğimiz insanın kendi gençliğini
özlemesinden ibaret!
Müzeyi
gezdikten sonra bahçede basketçiye benzeyen Sırp müzisyenlerle resim çektirip
Mira’nın yine o günlerden kalma cezvelerde yaptığı kahveyi içiyoruz. Berlin
Duvarı yıkılırken Roger Waters’ın verdiği konserden bahsederek.
Waters yıkılan
duvarın önünde ve bütün fiyakasıyla “The
Wall” albümünü icra ederken bizler gençliğe henüz adım atmıştık. Gitar çalmayı,
iki satırı bir araya getirmeyi öğreniyorduk. Meğer altın çağıymış ömrümüzün,
bilemezdik.
Aradan geçen
25 yılda bilmem içimizdeki duvarları yıkabildik mi? Yoksa fark etmeden yeni
duvarlar mı ördük? Ruhumuzun masumiyet müzesi acep neresi? Keşke Mindya’da
bunun da cevabı olsa.
Aydınlık, 3 Eylül 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder